Türk tarihinin en başarılı Avrupa Şampiyonasını izleyeceğimi bilmeden gittim İsviçre'ye. Türkiye ilk maçını Portekiz’e karşı kaybettikten sonra
ikinci maçını İsviçre’ye karşı oynayacaktı. Ev sahibi İsviçre’nin de,
Türkiye’nin de turnuvaya devam edebilmesi için maçı mutlaka kazanması
gerekiyordu. İşte tam da böylesine ölüm kalım meselesi haline gelmiş bir
atmosferde maç günü İsviçre’ye vardım.
Maçın oynanacağı Basel
şehrine, bir sürü oyuncu, şarkıcı, işadamı ve gazeteciyle birlikte aynı uçakta geldim. Türkiye'den maça akın vardı. Uçaktan indiğim gibi çantamı emanete verip. İsviçre'de yaşayan Türk arkadaşım Evren ve onun Türk arkadaşlarıyla buluştum. Formalarımızı giydik ve karnaval
havasındaki şehirde sloganlar atarak dolaşan kalabalık bir Türk gruba dahil
olduk. Karaborsadan bilet bulmam gerekiyordu. Gelmeden önce değil stadyuma
giriş bileti bulmak uçakta bile zor yer bulabilmiştim. O günlerde Türkiye’de
hayat durmuş, bu maç bekleniyordu ve bir Türk için o statta yer bulmanın para
karşılığı yoktu.
Maç öncesi şehir meydanında hatıra fotoğrafı. (Sol yukarıdaki benim) |
Maç saati geldiğinde bütün grup stat önünde benim
için bilet aramaya koyulduk. Almanya’dan gelen bir kaç Türk gençle tanıştım, bir
arkadaşları gelememişti ve onun biletini satabileceklerini söylediler. Fiyatını
sorunca, neyse normal fiyatı ona satarım dedi. Arzın böylesine yüksek olduğu
bir maça bilet için ne talep etse normaldi aslında. Benim param yetmezdi ama bir
başkasına 1.000 avroya satabileceği bileti bana 70 avroya sattı. “Taaa..
Türkiye’den gelmişsin lafı mı olur” diye de ekledi. Sadece futbolcuların
arasında değil bütün her yerde birlik ve beraberlik vardı.
Maçın ilk dakikaları |
Maçı, 1-0 geriye
düştükten sonra ikinci yarıda 2 gol atarak son anda 2-1’e çevirerek kazanmıştık. Maçı yüreğimiz ağzımızda atlatmıştık. Ertesi gün İsviçre
televizyonundan maçı izlerken bir avuç Türkün maçı kazanmak için stadı
inletircesine bağırdığından bahsediyorlardı, işte o an daha da gururlanmıştım.
Normalde futbola düşkün olmayan ben, bir sonraki maçı sabırsızlıkla bekler hale geldim. Şehrin merkezinde kurulan dev ekranlarda ya da arkadaşlarımızın
evinde her gün bir ülkenin maçını izliyorduk. Evren’in hangi ülkeden
arkadaşlarıylaysak da o ülkeyi tutuyorduk haliyle. İşin garibiyse Evren’in
İsviçre’deki en iyi iki arkadaşından biri Çek (Patrik), diğeri de Hırvat’tı
(Boris). Türkiye’nin ise İsviçre galibiyetinden sonraki maçları sırayla Çek
Cumhuriyeti ve Hırvatistan maçlarıydı. Bende son birkaç günü Boris ve Patrik’le
geçirmiştim ve sonunda Çek Cumhuriyeti maçı gelip çattığında hep beraber stada
gittik. Boris de gelmişti maça çünkü Çek Cumhuriyeti ve Türkiye maçının
kazananıyla Hırvatistan’ın oynayacağı kesinleşmişti. Yani özetle 3 samimi arkadaş
olan Evren, Boris ve Patrik’ten yalnızca birisi sevinecekti.
Hep beraber Çek Cumhuriyeti - Türkiye maçını beklerken. Sol üst köşede Patrik (Çek) ve sağ uzak köşede gri eşoftmanlı Boris (Hırvat) |
Patrik ve Boris
statta bizim tam karşımızdaki yere geçtiler. Biz bir kalenin arkasındaydık, onlar
diğer kalenin. Maç başladı, Türkiye 1 gol yedi, sonra 1 gol
daha. İsviçre maçından geriye düşmeye alışmıştık ama 2-0’lık bir skordan sonra stadyumun diğer ucundan Evren’in cep telefonuna mesaj geldi,
“buraya kadarmış” yazıyordu mesajda.
İkinci yarı başladı,
kaleler değişti, artık Çeklerin kalesinin arkasındaydık ve kalede o dönem
dünyanın en iyi kalecisi kabul edilen Petr Cech vardı. Dünyanın en iyi
kalecisine karşı kalan 30 dakikada tam 3 gol atmamız gerekiyordu kaldı ki, bu takımdan daha yeni 2 gol yemiştik. Yani bizim o stadyumdan mutlu
ayrılmamız mucizelere kalmıştı. Bugün aradan yıllar geçti ama hala arada bir
maçın o dakikalarını açıp izlerim. Gözümle görmüş olsam da, bizzat o
statta o anı yaşamış olsam da, inanılmaz bir mucize gibiydi o gün orada yaşananlar. Maçın bitimine son 15 dakika kala 1-2-3 derken nefes kesen 3 gol
attık. O gün Avrupa’nın her yerinden gelen binlerce Türk İsviçre
caddelerinde sabaha kadar eğlendi. Evren’se Parik’e cevap olarak hiçbir mesaj atmadı. Ertesi
gün Boris, Patrik’in moralinin ne derece bozuk olduğunu anlatırken, "gerçekten
Türkler inanılmaz oynadı" diyordu ve 3 gün sonra vatandaşı olduğu
Hırvatistan’ı da hiç farklı olmayan bir şekilde yeneceğimizdense habersizdi.
İsviçre haber sitesinde yayınlanan bir fotoğrafta, gol sonrası Evren'le birbirimize sarılışımız, görülüyor. |
Soldan sağa; Ben (Efe Tanay), Boris, Evren, Patrik. Çek Cumhuriyeti ve Hırvatistan Maçlarından önce gece hep beraberken. |
Çek Cumhuriyeti Maçına giderken Evren ve Patrik yan yana. |
O günlerle ilgili en
iyi hatırımda kalan şey, her gün milli takım formasıyla sokağa çıktığım.
Futbola aslında çok az ilgim vardı ama futboldan öte bir şeydi beni teşvik
eden. Hemen her gün Türk arkadaşımızın dönercisine gidiyorduk. Girişine kocaman
bir Türk bayrağı asmıştı, “İsviçreliler görsün” diyordu. Biraz İsviçreli
müşterisi azalmıştı bayraktan dolayı ama pek umurunda değildi. Avrupa’da hor
görülen Türkler şimdi gurur duydukları bir şey yaşıyorlardı, hem de ev sahibi
ülkeyi ve turnuvanın favori takımlarından birini yenerek yapmışlardı bunu, sıradaysa
İngiltere’yi dize getirerek turnuvaya katılan güçlü Hırvatistan vardı.
Maç Viyana’da
oynanacağı için gidememiştik. Kaldığımız şehir Zürih’ten komşu ülke
Avusturya’nın başkenti Viyana’ya gitmek biraz masraflı olacaktı ve biz de
şehrin merkezine kurulan dev ekrandan maçı izlemeye karar verdik. İnanılmaz
heyecanlı zamanlardı. Evren tercüme etmişti, İsviçreli gazetelerden biri maçın
sonucunu şöyle tahmin ediyordu; "Türkler 3 avans verir 4’te biter". Her
maçta geriye düşüp kazanmamıza esprili bir atıf yapıyorlardı. Aslında gerçek
payı da yok değildi çünkü Hırvatistan maçını da, diğer iki maç gibi son anda kazanacaktık. Maç golsüz
berabere bittikten sonra uzatmaların bitimine 2 dakika kala gol yedik. İnanılacak şey değildi. Uzatma
süresiyle birlikte 118 dakika gol atamadığınız bir takıma son 2 dakikada gol
atabilme ihtimalimiz şimdi düşününce imkânsız geliyor ama İsviçreli spiker bile
“maç bitmeden Türkler bitmez” diyordu. Haklıydı da çünkü nöbetçi
golcümüz Semih Şentürk sahadaydı ve kaybetme ihtimalini hiç düşünmemişti bile.
Maç berabere sona erdi. Hırvatlar şoktaydı, tam kazandıklarını sandıkları anda maçı
penaltılara taşımıştık ve de o moralle de maçı penaltılarda kazandık.
Maç sonrası galibiyet sevinci, Serdar Gülşeker ile birlikte. |
O günden sonra
Boris’i hiç görmedim. Evinde bile kalmıştım, kısa sürede çok samimi olmuştuk
ama bir anda, hem de resmen son saniyede atılan bir golle yenilince sanırım
insan biraz hisleniyor. Bunun nasıl bir şey olduğunuysa birkaç gün
sonraki Almanya ile oynayacağımız yarıfinal maçında anlayacaktım. Maçın son 5
dakikasına 2-2 berabere girdiğimiz Almanya’ya son anda 3-2 kaybettiğimizde,
yıkılmamıştım ama hep kazandığımız gibi kaybetmemiz bir ders gibi gelmişti bana.
Tesellimizse, şehrin yarısını kaplayan Almanların gördükleri Türkleri tebrik
etmeleriydi. Kart cezalıları, sakatlar ve diğer eksiklere rağmen iyi mücadele
vermiştik. Almanya maçına gitmek için Federasyondan bilet ayarlamıştım, hatta
adıma yazdırdığım bileti satın almıştım da. Fakat biletin parasını verdikten
sonra neredeyse hiç param kalmıyordu. Düşündüm taşındım ve maçı stadın
dışındaki dev ekrandan izlemeye karar verdim. Biletimiyse tıpkı bana İsviçre
maçında bilet satan Almanya doğumlu Türk’ün yaptığı gibi aldığım paraya bir
başka Almanya doğumlu Türk’e sattım. Almanya’da doğup büyümüştü, İsviçre’deki
Türkiye-Almanya maçına Türkiye taraftarı olarak gelmişti. Biraz şaşırır gibi oldu bileti asıl parasına satmama ama o da
fark etmişti ki açık bir dayanışma vardı ve o stada benim yerime girdiğinde
sesi kısılana kadar var gücüyle bağıracaktı.
Evren, 2011 yılında kap yetmezliğinden İsviçre’nin Zürih şehrinde hayata gözlerini
yumdu. Bu yazıyı senin hatırana yazdım. Nur içinde yat kardeşim.
Efe TANAY
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder