Ülkenin En Zekisi 5 Yaşında (Myanmar)


Bir avukat olarak Küba’da ve Fas’ta duruşma izleme hevesim neredeyse tutuklanma ile sonuçlanıyordu, Myanmar’ın başkenti Yangon’da da aynı riski almamak için binaya girmeden önce kurallardan emin olmak istemiştim. Kuralları ve fotoğraf çekep çekemeyeceğimi öğrenmek istiyordum ama etrafta ingilizce bilen bir kişi bile yoktu. Bir anda 5 yaşlarında küçük bir çocuk benim kapıdaki görevlilierle iletişim sorunu yaşadığımı görünce yanıma gelip iyi bir ingilizceyle, yardım edip edemeyeceğini sordu.

Sabun gibi görünen bu kremi Myanmarda hemen herkes yüzüne sürmekte.

Sonradan ailesi ile tahtadan yapılma bir barakada yaşadığını öğrendim. Zor bir hayat yaşadığı her halinden belliydi, İngilizceyi de turistlerle konuşarak öğrendiğini söylemişti. İngilizce öğretmenlerinin bile yol tarif edecek kadar dil bilmediği bir ülke için mükemmel konuşuyordu. Bir anda adliyeye girmekten çok onunla gezmek daha ilginç gelmişti. Adliyeden henüz çıkmış olan aşırı şatafatlı giyinmiş birinden içeriye girmemin yasak olduğunu öğrenmişti. Çok ilginç bir görüntüydü benim için. Ufacık ve fakir bir çocuk, çok zengin bir avukatın benimle iletişim kurması için yardımcı oluyordu.
-       Bugün bana rehberlik yapmak ister misin? – diye sordum.
-     Tamam. Ben zaten turistlere hep yardımcı oluyorum – diye cevapladı. Ardından da, bana Jugi diyebilirsin diye ekledi.

Jugi ile beraber.

Zaman Makinesi İcat Edilene Kadar, Myanmar’a Gidip Geçmişi Yaşayabilirsiniz

Önceden Burma adıyla anılan Myanmar dünyaya kapılarını yeni yeni açmakta. Myanmar, “Müslümanlar katlediliyor” haberleri ile anıldığında ilgimi çekmişti ve tam da bu haberlerin büyük yankı uyandırdığı dönemde ziyaret ettim ülkeyi. Her zaman ki gibi medyanın önyargılı ve abartılı haberler yaptığını yerinde görmüş oldum. (Ziyaretim 2012 yılında. O tarihte ufak haberler abartılmış olsa da sonra ki yıllarda büyük çatışmalar yaşanmıştır. 2017 yılında Birleşmiş Milletler Myanmar'ın müslüman azınlığa soykırım yaptığını ifade etmiştir.)
2011 Yılında kalkan ABD ambargosunun ardından yarım yamalak bir demokrasi ile tanışmış ülke. Yıllarca süren askeri rejim insanların düşünce yapılarının en derinine kadar işlemiş. Akşamüstü dışarı çıkma yasağı çok önce kaldırılmış olmasına rağmen akşam 8’den sonra sokakta birilerini bulmak ya da açık bir yer bulmak pek zordu seyahat ettiğim dönemde.
Myanmar’ı dünyanın geri kalanına benzeme sürecine başladığı dönemde, ambargonun kaldırılmasından çok kısa süre sonra ziyaret etmiştim. Böylesine bakir bir ülkeyi kapitalist markalar çevrelemeden gezmiş olmak çok ilginç bir deneyimdi.



Ülkenin bakirliği eşsiz bir egzotiklik katıyor olsa da, böyle ülkelerde alışkanlıklarınızı değiştirmeniz gerekiyor. 2012 Yılında Myanmar’da bulunduğum dönemde ülkenin en lüks otelinde dahi kredi veya banka kartı kullanımı yoktu. Ülkeye gelirken yanınızda ne kadar nakit getirdiyseniz o kadar harcayabiliyordunuz. O banknotların da son derece gıcır olduğuna dikkat etmek gerekliydi tabi. Yoksa değişim yapmıyorlardı.
Gariplikler Başkenti
Böyle bir ülkede Jugi’den daha iyi bir rehber bulamazdım. Beni turistlerin bilmediği, gitmediği yerlere götürmesini istedim. Beni şoke eden yolculuğumuza da işte böyle başladık.
Şehrin merkezi meydanından sadece 10 dakika yürüme mesafesindeki Yangon nehrini, botla geçtik ve tamamen farklı bir dünyaya vardık. Yoksulluğun kelimelerle ifade edilebilecek bir boyutu yoktu, Dala adı verilen bu bölgede.



Benim akıllı rehberim bizi gezdirmesi için ufak üç tekerlekli bir bisikletçi ile anlaşmıştı hemen. İnsanların çıplak ayakla dolaştığı, tahtalardan derme çatma yapılmış evlerle dolu bir yerdi burası. Bir kilise, bir camii gezdik ardından sıra dışı bir budist tapınağında da bana bol bol bilgi verdi. Bisikletçi hayran kalmıştı Jugi’ye. Tabii ki ben de.

Jugi ve Bisikletçimiz.

Ardından bir pazar yerine geldik. Hem pazar yeri hem de çöplük gibi olan bu alanda çürümüş hayvan leşlerinin de etkisi ile inanılmaz ağır bir koku vardı.
Pazar alanında 25 yıl öncesinden kalma eski bir tetris oyuncağında Jugi’nin gözü kaldı. Satıcı almayacağını anlayınca elinden alıverdi. Bir anda boynu büküldü ama hemen de toparlandı. Alışkın olduğu bir şeydi sanki. İsteyip de parasızlıktan bir şeyi elde edememenin verdiği bir üzüntü, 5 yaşında bir çocuk için çok derin bir şey olsa gerek. Şımarık zengin çocukları gibi yaygara çıkartıp istediğini aldıracağı bir ailesi de yoktu. Onun üzgün halini görünce hızlı bir duygu seli yaşadım resmen ve sanırım bir şeyi satın almaya hiç bu kadar hızlı karar vermemiştim.

Pazar alanı.

Temiz sade duygulardan ibaretti bütün davranışları, küçücük bir çocuktu en nihayetinde. Beni oyuncağı alırken görmemişti. Pazar alanından çıkınca verdim oyuncağı ama kesinlikle almamak istedi. Nasıl olur? Gözleri parıldıyordu ama ciddi şekilde almamak için itiraz ediyordu. O an belki de, ona para vermek yerine bu oyuncağı vermekle yetineceğimi düşünmüştü. Oyuncak güzel bir şeydi ama karın doyurmuyordu ki. Sonra bir şekilde kabul ettirdim, mutluluktan nasıl teşekkür edeceğini bilemedi. Kim bilir belki de aldığı en pahalı hediyeydi. Yaşadığı yerde daha iyi oyuncak yoktu zaten. En azından çürümüş et kokusu içerisindeki o pazarda yoktu. Ama dedim ya 25 yıl öncesinin oyuncağıydı. Muhtemelen başka bir ülkede bir çocuk 2 dakika bile elinde tutmazdı ama orası için ve onun için en iyi oyuncaktı.

Jugi ile gezimizi bitirdiğimizde tanıştığımız yere geri döndük. Uzaktan onun mutluluk içinde koşarak dilenen bir kadının yanına gidişini izledim. Belli ki annesiydi, sevinç içinde oyuncağını ve ona verdiğim parayı gösterdi. Yerde mutlu bir şekilde oturuşlarını izledim. Annesi evlerine para getirdiği için, Jugi de yeni oyuncağı için mutluydu anlaşılan. Adliyede duruşma izlemek için yola çıkmıştım ama hiç beklemediğim şekilde sokakta yaşayan küçük bir çocuk ile geçirmiştim bütün günümü.

Efe TANAY

Büyüleyici Mısır; PİRAMİTLER




Piramitleri uzaylıların yaptırdığına inanmak heyecan verici bir hikaye de olsa, bu tamamen bilimkurgunun fantezilerinden ibaret aslında.

Mükemmel hesaplamalar ile yapılan ihtişamlı Antik Mısır yapıları aslında birçok hatayı barındıran süreçlerden sonra o meşhur kusursuzluğa ulaşmıştır. Matematik, astronomi ve elbette ki geometri gibi birçok önemli alanda zamanına göre çok ileri olan Mısırlılar tarının yeryüzündeki temsilcisi olarak gördükleri firavunlarına hizmet için tarımla uğraştıkları yaz ayları dışındaki bütün zamanlarını piramit inşasına harcamışlardır.

Taşların taşınması, kusursuz ölçülerde kesilmeleri, piramitlerin yıldızlara göre mükemmel olarak konumlanmaları, şimdinin mühendislerini bile şaşırtan tekniklerin kullanılması ve daha birçok şey, bilim ile izah edilebilmektedir.

51° 51’ 14” eğimle dizilen ve her biri 2.5 ton ağırlığındaki taşların, hassasiyetin binde bir oranında bile şaşması durumunda piramit tepe noktasının düzgün bir şekilde birleşmesi mümkün olamazdı. Günümüzde bu tarz ufak hatalar en seçkin yapılarda bile makul bir tolerans olarak görülmektedir. Ama bundan 4500 yıl önce inşa edilen piramitlerde tepe noktası kusursuzca birleştirilmiştir.


Mısırlılar her yıl düzenli zamanlarda taşan nil nehrinin taşma zamanlarını hesaplamaya çalışırken takvim oluşturma konusunda ilerlemiş ve taşmalardan sonra sınırları alt üst olan tarlaları tekrardan belirlemeye çalışırken geometride uzmanlaşmıştır. Kendine has yazı dili geliştirmiş, kağıt gibi tarihin akışına yön veren materyalleri ortaya çıkartmış ve bütün bu gelişmeleri insanoğlunun binlerce yıl sonra bile hayranlıkla bakacağı eserlerde ortaya koymuştur.

Dünya’nın 7 Harikasından Birine Yolculuk

Gittiğim ülkelerde kaçırılmaması gereken bir yer varsa, o önemli noktayı son günlere bırakırım. O süre içerisinde tanıştığım insanlardan tavsiyeler alır, turist olarak bilmem gereken her detayı öğrenmeye çalışırım. Bu yöntem bana kalırsa, bir gezginin yapabileceği en iyi öğrenme yöntemi ama tavsiye veren kişileri iyi belirlemek çok önemli, ayrıca sosyal olup çok fazla kişiden fikir almak gerekli. Bilgileri doğrulatmak ise önemli bir detay. Kitap ve internet de büyük fayda elbette ama bir gün önce orada bulunmuş birinin vereceği tavsiyelerin daha yararlı olduğunu çok kez tecrübe ettim aslında.

Kaldığım yerde benim gibi tek başına seyahat eden gezginlerden, piramitleri gezmek için en iyi yolun at kiralamak olduğunu, Keops piramidinin değil de Kızıl piramidin içinin daha ilginç olduğunu ve kızıl piramidin içine girmenin bedava olduğu, ayrıca içeride başka turistlerin olmadığı gibi birçok detay öğrendim.

Aslında yıllar önce başlamıştım piramitlerle ilgili önemli detayları araştırmaya. Böyle bir Dünya harikasını ziyaret ederken bütün detayları öğrenmek gerekli.

Gittiğimde atımı kiralayacağım seyisin ismi veya gezmeye nereden başlamam gerektiği gibi birçok önemli detayı belirlemiştim. Dünyanın en mükemmel eserlerinden birini mükemmel bir şekilde ziyaret için her şeyi hazırdı.

Kızıl Piramidin içerisine yolculuk


Piramitler ve Ardındaki Gerçekler

Piramitlerin yeryüzünde yıldızların şekillerine orantılı bir biçimde inşa edilmiş olması veya güneş ışınları ile çok özel uyumlar sağlaması gibi saygı uyandıran faktörlerin hepsi, antik mısırlıların bilime büyük ilgi göstermesi ile ilgilidir. Piramitler bilimin birçok alanındaki kusursuzluğuna ek olarak zamanına göre devasal büyüklükleri ile de dikkat çekmektedir. Bu ve birçok hayranlık uyandıran veri dikkate alındığında, bazılarının piramitlerin insan yapımı olmadığını düşünmeleri anlaşılabilir bir yaklaşım aslında. Mesela, Gize Platosu’nun ihtişamlı piramidi, Keops piramidi 3.800 yıl boyunca insanoğlunun inşa ettiği en yüksek yapı olarak kalmıştır.

Mısırlılar, hatalar taşıyan piramitler de inşa etmişlerdir. Bu hatalı piramitler arasındaki en büyük örnek ise, uzaktan çıplak gözle bakıldığında bile hatalı yapıldığı görülebilen, eğik piramittir. Belli bir yükseklikten sonra eğim açısı değişen bu piramit, turistlerin uğrak noktası olan Gize Platosu’na uzakta olduğu için araç kiralayarak gitmem gerekmişti. Fakat antik Mısırlılar bu kadar etkileyici bir miras bırakmışken, ufak kusurlarını öne sermek hiçbirimizin haddine değil. Antik Mısır, onu anlayan herkesi algılarını zorlayacak derecede etkilediği tartışmasız bir gerçek. 

Böylesine az bilgi bile sizi hayrete düşürdüyse, bir de Mısır'ı ziyaret ettiğinizi düşünün.

Efe TANAY


instagram/twitter: @efetanay

Giza Platosu'ndan uzaktaki eğit piramit.


Ölümüne Yarış

Sınırlarınızı zorladığınızda gelişirsiniz. Nietzsche’nin dediği gibi; sizi öldürmeyen şey, güçlendirir.

Moskova’da katıldığım sıra dışı yarışmanın adının neden kahramanlar yarışı olduğunu bitirdiğimde daha iyi anladım. Yarışın zorlu parkurunu bitirebilmek bile kahraman gibi hissetmenize yetiyor.

Yarış sonrası fotoğraf.

Yaklaşık 1.000 kişinin katıldığı yarışmada 33. oldum. Bu tarzda katıldığım ilk yarıştı bu. Sonraki yıllarda Rusya'da düzinelerce kez bu tip yarışmalara katıldım ve yüzlerce zorlu yarışmacı arasında birçok kez dereceye girdim. Ama ilkinin heyecanı her zaman başka. İşte beni şaşkına uğratan o zorlu mücadele.


Moskova’ya daha bir hafta öncesinde yeniden kar yağmışken, soğukça bir havada 60 farklı askeri engeli ve 10 kilometrelik parkuru bitirmek başlı başına bir başarıydı aslında. Bunlar yetmezmiş gibi ben bir de süreye karşı yarışıp, dereceye girmek için kendimi sonuna kadar zorladım. Yarışmadaki engellerin bir kısmı, 3 - 5 derece soğukluktaki su çukurlarından oluşuyordu. Durmadan bu sulara girmek sizi öyle bir şoka sokuyor ki, bildiğim hiçbir dilde bunu kelimelere dökemem. Durmadan koştuğunuz, tırmandığınız, atladığınız ve her türlü kas grubunuzu mütemadiyen çalıştırdığınız bir mücadele mevcut.

Yarışma Rus Ordusunun Alabino poligonunda gerçekleştirildi.

Soğuk suyun içine dalıp çıktıktan sonra 3 metrelik bir duvara sadece ellerinizi kullanarak tırmanmanız gerekiyor. Ardından dikenli tellerin altında sürünüyorsunuz. Sonra tekrar koşup bir başka zorlu engeli geçmeye çalışıyorsunuz ve bu böyle devam edip gidiyor. Dikenli tel engeli parkur boyunca birkaç kez vardı ve etraftan can havliyle bağıranlar, tellerin gerçekten can yaktığını test ederek öğreniyorlardı anlaşılan. Her dikenli tel engelinde bağıran sayısının azalması ise can acısının ne kadar iyi bir öğretmen olduğunun başka bir kanıtı olsa gerek.

Mücadele ne kadar zorlu ise başarmak o kadar haz verir.

Çamurların içinde süründükten sonra suyun altından yüzerek geçmeniz gereken engelleri sanki bilinçli bir sırayla koymuşlar. Kulaklarınızın içine kadar giren çamurdan, buz gibi suya girerek arınıyorsunuz ama temizlendiğiniz pek söylenemez, zira su da çamur renginde.

Tamamen bitap haldeyken yarışma fotoğrafçısı yakalamış bu anı. Fotoğrafın hemen ardından, suya atlayıp koşuya devam ettim.

İnanılmaz büyük bir hırsla başladığım yarışmada bana ölümcül darbeyi vuran buz gibi su çukurları oldu. Ölümcül dediysem lafın gelişi de değil, yaklaşık sekizinci kilometrede neredeyse hipodermiye yakalandım. Hipodermi vücudun üretebildiğinden fazla ısı kaybetmesi olarak tanımlanıyor. Vücut kendi sıcaklığına tam geri dönecekken tekrardan 2 derecelik suya atlamak, bir hışımla içinden çıkıp son sürat koşmaya devam edip, engelleri aştıktan sonra tekrar soğuk suya dalıp çıkmaktan artık vücudum bir noktada kendini ısıtamaz hale geldi.


Hipotermi, vücut sıcaklığının 35 derecenin altına düşmesi ile başlıyor. Ardından organlar işlevsiz hale geliyor, düzene girememesi halinde ise kalp durmasına yol açarak ölümünüze sebep oluyor. İlk belirtileri ise kontrol edilemez vücut titremeleri. Yarışmanın özellikle son kilometrelerinde her noktada askeri ambulanslar leblebi gibi yarışmacı topluyordu. Binlerce kişi katıldı yarışmaya ama birkaç yüz kişi bitiş çizgisini bile göremedi belkide.

Yatay bir tırmanma duvarının üzerinde artık titremeyi kontrol edemez hale geldiğimde, riskle yüzleştim. Hipoderminin tehlikesini biliyordum, sonucunun ne olabileceğini de. Duvarın üstüne zor bela çıkmıştım ve aşağıdaki suya atlamam gerekiyordu. Görevli bir asker durumumu fark edip beni kenara çekti. Belli ki sorma gereği bile duymadan beni ambulansa götürüyordu. O ara çok süre kaybettim ama artık derecemden ziyade yarışı bitirip bitiremeyeceğim asıl soru haline gelmişti.

Engellerin çoğunun altında su çukurları vardı ve soğuk suya düşme korkusu gerçekten motive edici.

Kaç kilometre kaldı?

Kaç kilometre kaldı diye, sordum askere. Çenemin titremesinden ne dediğimi anlamadı. Sanırım 5 kere aynı soruyu tekrar ettim. Söylediğim o kadar anlaşılmıyordu ki, Rusça bilmediğimi düşündü. En sonuncusunda cevabı aldım. 2 kilometre. O an aklıma pişmanlık hissi geldi. Bitiremezsem yaşayacağım pişmanlık benim için hipotermiden daha ölümcüldü. Pişmanlık hissinin korkusu ile kendi kendimi motive ettim.

-       Devam edeceğim.
(Asker kolumu bırakmadan önce tam 3 kere daha sordu)
-       Devam edecek gibi görünmüyorsun, emin misin?
-       Da, da, da…

Asker kolumu bıraktığı gibi koşmaya başladım. Baştan aşağı su içindeydim ve titreyerek koşuyordum. Belki tehlikeli bir karardı ama vücudumu doğru dinledim. Ritmimi korur ve tekrar suya girmezsem tehlikeyi atlatabilirdim. Bir süre en fazla dize kadar sular ve kas ağırlıklı engeller vardı. O kısa süreç beni kendime getirdi ama boy hizasında suya girmemi gerektiren yeni bir engel önümde belirince kısa bir tereddüt yaşadım. İki seçeneğim vardı, ya yarışmayı bırakacaktım ya da o suya girip sonuçlarına katlanacaktım. Daha fazla beklersem girmeye tereddüt ederim diye resmen beynimle vücuduma komut verip kendi kendimi bir nevi suya ittirdim.

Sırılsıklam halime rağmen koşuya devam ederken.


Suda ne kadar az kalırsam o kadar hızlı toparlanırsın, hadi Efe, diye kendimi motive edip sadece önüme bakıyordum. Etraftakiler, konuşulanlar, çevrede olup bitenlerin farkında bile değildim. Sudan çıktığımda hala koşabilir haldeydim ve aynı hızla yoluma devam ettim. O noktadan sonra bel hizasında 100 metrelik bir su engeli daha çıktı, sonrasında da balçık üzerinde bata çıka koşmak gerekiyordu. Hipodermi ile mücadele etmem yetmiyormuş gibi birden hayatımda yaşadığım en acı kramp girdi bacağıma. Kramp acısı maraton yarışından yabancı olmadığım bir acı ama bu seferki bir başkaydı. Can havliyle yere yığılınca iki kişi yanıma gelip, gerdirme yaparak kasları rahatlatmaya çalıştılar. O sırada doktor geldi ve bir müddet de o devam etti. Bense çamurların üzerinde bitap bir şekilde yığılmıştım. Bu iki dakikalık duraksama hipodermiyi tekrardan başlattı. Doktor telsizle sedye istemiş olacak ki, ambulanstan sedye ile yanıma geldiler. Ben devam etmek istediğimi söylediğimde ise tekrar tekrar emin olup olmadığımı sordular. Sonrasında da, adımı soyadımı aldılar. O noktadan sonra geçtiğim her engeldeki askerlerin beni özellikle izlediğini fark ettim. 



Belki yarışma numaramdan, belki kıyafetimden beni ayırt edip her engel sonrası “Devam etmek istiyor musun?” diye soruyorlardı. Bende yarışı bırakmayı onuruma yediremiyordum. Eski araba lastiklerinden oluşturulmuş zorlu bir engelden çıkarken, bir asker elimden tutup yardım etti ve aynı soru, aynı cevap tekrarını yaşadık. Sonrada elindeki telsizle “Tamam geldi, yaşıyor. Devam etmek istiyormuş” dedi. Yaşıyor, dediğini çok net hatırlıyorum, bir nevi mecaz yapmıştı elbette ki ama bir yerde yığılıp kalmamdan da endişe ediyorlardı bence.


Nefes nefese vardığım engeli geçmeden önce son soluğumu alırken.

O noktadan sonra bitmek bilmeyen su engellerinin belki de en zorlusuna geldim. İçinde sürünerek gittiğiniz suyun üst tarafı dikenli tellerle kaplı. Sürünmeye başladığınızda dikenli tellerden dolayı dışarıdan birinin gelip size yardım etmesi çok zor. Dolayısıyla kendinizi kaybetmeniz için olabilecek en tehlikeli yer. Görevli asker pür dikkat bana, bende pür dikkat engelin çıkış noktasına bakıyordum. O bitap halime rağmen baya hızlı hareket ediyordum çünkü boynuma kadar suyun içindeydim ve askerinde beni durmadan uyardığı gibi, engeli hızlı bir şekilde geçmem gerekiyordu. Suyun içinde kaldığım fazladan her saniye vücut ısımı düşürüyordu. Bu engel sonrası moral de kazandım. Artık bitiş çizgisindekilerin çığlıkları duyuluyordu. Ciddi bir hızla başladığım yarışı, daha da fazla zaman kaybetmeden bitirme gayretiyle kendimi sonuna kadar zorladım.



Giysilerimin parçalandığı ve yara içinde kaldığım bu yarışma alışık olmadığım bir branştı ama sonrasında antrenman şeklimi değiştirdim ve bunun gibi Moskova'da düzenlenen bütün yarışmalara hazırlanmaya başladım. Derecem de bu büyük rekabete ve zorlu parkura rağmen iyiydi ama ben çok daha iyisi için yarışıyordum. 2016'da katıldığım bu yarışma sonrasında bu yarışmalara iyi alıştım ve düzinelerce yarışmada hem ferdide hem de takım olarak birçok derece elde ettim. 


Efe TANAY

Moğolistan’ın Dağlarında Yaşayan Türk Obası

Dukhar, Moğolistan’ın kuzeyinde Rusya sınırının dağlık bölgesinde yaşayan eski Türklerdir. Türklerin, Orta Asya’dan çıkıp Avrupa’nın eteklerine kadar geldikleri yüzlerce yıllık göç sürecinde geride bıraktıkları halklardan yalnızca bir tanesi Dukhalar. (Dukha = Duha)



Dukhalara Moğol hükümeti 1952 yılında kimlik verene kadar dünya’nın geri kalanından izole bir şekilde yaşamışlar ve yalnızca şu an Rusya’da yaşayan Tuva Türkleri ile temasları olmuş. Türkler Orta Asya’nın bozkırlarında nasıl yaşıyorduysa aynı o şekilde yaşamaya devam eden bu avcı göçebe topluluk, eskinin sade ve doğal bütün kültürünü hala inanılmaz bir şekilde devam ettiriyor.

Zaman onlar için yavaş ilerlemiş ve güzel olan bütün insani duyguları korumuş. Modernlik diye adlandırdığımız şey para ve hırsı beraberinde getirirken güzel olan insani duyguları da yok etmeye devam ediyor.

Bir Hayal Alemine Ziyaret

Dukhalar’ın yanına başkent Ulan Batur'dan 3 gün süren zorlu bir yolculuk sonrası varabildim. Yanlarındayken yaşadığım her olay ise başlı başına bir hikâyeydi.

Çocuklar ile oyunum ise en değerli anım oldu. Rehberim ve yol arkadaşım Ese ile obanın ortasında oynayan çocuklara katıldık. Ese olmadan anlaşabilmem mümkün değildi çünkü küçük çocukların arasında Türkçeye çok yakın olan dukhacayı bilen neredeyse yok ancak büyükler Dukhaca konuşuyorlar.

Dünya’nın her yerinde çocuklar saf ve temizler ama buradaki çocuklarda daha özel bir sadelik vardı.  Onların arasında onlardan biri gibi olmak bana kısa süreliğine de olsa eşsiz bir mutluluk verdi. Yerdeki taşlar ve etrafta bulduğumuz ufak çalı çırpı oyuncaklarımız olmuştu. O kadar güzel bir andı ki, bende onları mutlu etmek istedim ve çadırımızdan bir cips kapıp yanlarına döndüm. Kendimce adil ve eşit olma adına, hepsine ben pay ettim cipsi. Çünkü benim şehirde gelişmiş olan algım, aralarından bazılarının bir cinlik yapıp diğerlerinden daha fazla almak isteyebileceğini düşündürmüştü.



Orada kaldığımız süre boyunca dukhalara yanımda getirdiklerimi dağıtıyordum. Zira dağda hijyen malzemeleri bulamadıklarını duymuştum ve çantamı bu tip ürünlerle doldurdum. Yanlarına varmak için ormanda at üzerinde gideceğimiz için yanıma yalnızca ufak bir çanta alabildim. Çantamın içerisinden çıkarttığım her bir yedek kıyafetin yerine 3 – 5 sabun daha sığdırabildiğimi fark edince yanıma yedek kıyafet almaktan vazgeçtim. Bu olaya konu olan cips de sırt çantamı dolduran bu eşyalardan biriydi.

Çocuklar, etrafından öğrenir kötü huyları. Dukhalarda ise en ufak bir kötü huy gördüğümü söyleyemem, her şey paylaşma ve eşitlik üzerine. Burada çocuklara kötü örnek olacak bir şey olmadığı için düzgün bir birey olarak büyüyorlar. Bizim modern diye tanımladığımız dünya ise kötü örneklerle dolu. Bazılarının dağ başı diye tanımlayacağı bu yerde ise kötü olmak diye bir kavram yok. Başka bir değişle; her şeyin beyaz olduğu bir yerde beyaz olmak bir ayrıcalık olmuyor.

Eşit dağıtmaya çalıştığım cipslerden, çocuklardan birinin biraz fazla aldığını fark ettim. Ama avucunu size uzatan bir çocuğa nasıl “hayır sen fazla aldın” diyebilirsiniz ki? Bana kalırsa aralarında en sevimlilerinden de biriydi bu çocuk. Ben paylaştırma ile meşgulken fark edemedim aldıkları cipsleri ne yaptıklarını. Birkaç dakika sonra Ese gösterdi, benim fazla aldığını düşündüğüm çocuk da dâhil birçok çocuk cipsleri evcilik oynadıkları taşların altına koymuştu cipsleri. Oyun devam ederken çocukları daha iyi anlamak için dikkatle izlemeye çalışıyordum. Çocuklardan biri diğer çocuğun ev olarak kullandığı taşı kaldırıp içinden iki tane cips aldı. Bu ev fazla cips aldığını düşündüğüm kıza aitti. Benim gibi o da gördü diğer çocuğun cipslerinden aldığını ama hiçbir şey söylemedi. Fazla aldı diye düşündüğüm kızın cipslerinin hepsini gelip geçerken diğerleri paylaştı. Zaten fazla almışsa da en fazla 3 - 5 parça fazla almıştı ama belli ki onu da kendine almamıştı. Avcı toplayıcı halkların paylaşımcı olduğunu ve gerek duyduklarından fazlayı kesinlikle almadıklarını okumuştum ama alıştığımız düzene bu kadar ters bir şeyi gerçekten gözlemleyene kadar inanmak zor geliyor. Haklarında okuduğum her şeyde ve onların yanında kaldığım her an bu paylaşımcılığa şahit oldum.


Biz çocuklarla bütün bunları yaşarken, çocukların arasındaki heyecanı gören bir baba, kendi atı önde, çocuğunun atı arkada yanımıza yanaştı. Ese, Efe atın üzerindeki küçük çocuğa da biraz cips verir misin diye soruyorlar, dedi. Kocaman atın üzerinde o kadar küçük bir çocuk görmek zaten inanılmaz sempatik bir görüntüydü, bir de cips almak için yanımıza geldiğini öğrendiğimde, çok daha sevimli göründü. O an cips bitmiş olsaydı kahrolurdum sanırım ama ona da yetecek kadar hala vardı. Her şeyden güzel olan ise çocuklardan biri durumu fark edip benden önce davrandı ve at üstündeki çocuğa kendi cipsinden verdi. Bende at üstündeki çocuğa ve kendi cipsini paylaşan çocuğa kalanlardan biraz daha pay ettim. Kendimce hala adalet sağlamaya çalışıyordum. Bu ufak döngüde çok ilginç bir şey vardı, at üstündeki çocuğa kendi cipsinden veren çocuk, fazla cips aldığını düşündüğüm kızın cipsinden alan çocuktu. Benim “az – fazla” diye tanımlamalarımın ne kadar yanlış olduğunu, bu olay tekrar ortaya koymuş oldu.



Hâlbuki çok değerli olması gerekmez miydi her bir cips? Sonuçta hepsi çocuktu ve en yakın markete at üstünde 2 gün mesafedelerdi. Belki daha önce hiç cips yememişlerdi veya kim bilir bir daha ne zaman yiyeceklerdi? Ulaşılması zor olduğu için daha değerli olması gerekirdi her bir cips parçasının. Benim kapitalist düzende gelişmiş olan iktisatçı zihnim böyle yorumluyordu ama belli ki, ben hepsini tek bir çocuğa versem bile adaletli bir şekilde paylaşacaklardı. Zaten adalet herkesin aynı sayıda alması demek olamazdı, eşitlik bir adalet değildir. Modern diye adlandırdığımız dünyada yanlış kavradığımız bir durum, “eşitlik ve adalet” kavramları arasındaki fark.



Bir paket cips adalet, eşitlik ve sevgi nedir 3 dakika içinde öğretmişti.

Video

Efe TANAY
@efetanay




Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...