Ermenistan'da Misafir Olduğunuz Aile Türk Olduğunuzu Öğrenince...

-     Hangi ülkeden geldin?
-     Türkiye.
(Yüzünde hiçbir mimik hareket etmeden, sadece gözleri biraz daha büyüyerek tekrar sordu)
-     Türkiye mi?
-     Evet
-     Türkiye’densin ama yani Türk müsün?
-     Evet Türküm.

Ermenistan'da evine misafir olduğum bir Anne ile yaşamıştım bu diyalogu. Ermenistan’ın başkenti Erivan’daki otogardan kalacağım yere doğru yürürken tanıştığım bir genç beni yemeğe davet etmişti. Muhabbet ederek yürürken de samimi olmuştuk ve 1 saat sonra da evinde misafir olarak bulmuştum kendimi. Bir şekilde her ülkede insanların beni evlerine misafir etmesine alışmıştım ama Ermenistan’da bir ailenin evine misafir olmak benim için biraz değişik bir tecrübe olacak gibiydi.



Yemeklik erzakı benim almam şartıyla kabul ettim daveti, eve vardığımızda, ev ahalisinin yabancı bir misafirin geleceğinden haberleri olmadığını fark ettim. Evin Annesi beklenmeyen misafire, hemen her ev hanımı gibi oldukça misafirperver bir şekilde davranıyordu. Yemekler pişmeye bırakılıp zaman bulunca salona yanıma geldi. İşte o ara öğrendi Türk olduğumu. Şaşkınlık kelimesi bir ifadeye bürünecekse işte o Annenin o anki ifadesinden daha iyi bir şaşkınlık ifadesi olamaz sanırım. Sessizce geçen birkaç saniyeden sonra, bir iki nefes aldı ve “Benim dedelerim Türkiye’den geldi, ben Türkçe biliyorum” dedi, hafif tutuk bir Türkçeyle. Ne diyeceğimi bilemedim. Başka bir ülke de olsa “ne güzel, çok mutlu oldum” denirdi ama buradaki durum biraz farklıydı. Zira söylerken biraz yüzü düşmüştü. İlk önce nasıl cevap vereceğimi düşündüm, tam konuşacakken de, hangi dilde söyleyeceğime karar veremedim. Bir anda o şaşkınlığını üzerinden atmış, şaşkınlık sırası bana geçmişti.


Kızı Annesinin Türkçe konuştuğunu ilk kez görüyormuş. Soramadım ama belki Annesi de ilk kez bir Türk ile Türkçe konuşuyordu. “Türk dizilerine bakıyorum, o yüzden unutmadım. Ben küçükken evde ailem Türkçe konuşurdu” dedi.  Hayatım boyunca birçok ilginç durumla karşılaşmıştım ama 1 saat önce sokakta tanıştığım biri tarafından davet edildiğim bu evde karşılaştığım durum kadar izah edilmesi zor bir anım olmamıştı. Ben içinde bulunduğum duruma adapte olmaya çalışırken “Türkiye nasıl?” diye sordu. Biraz İstanbul’dan konuştuk, biraz doğudan. “Madem Türkiye’den geldin dur sana Türk tatlısı yapayım” diyerek tekrar mutfağa yöneldi. Yemekte Türkçesinin yetmediği yerde Rusça, benim Rusçamın yetmediği yerde ise Türkçe konuşuyorduk. Büyük dedeleri Van’dan göç etmiş. Evin büyüğü dede, konuşmaların hiçbirine dahil olmamıştı, ta ki, gerek duyduğunu düşündüğü an gelene dek. Van’dan bahsederken bir anda Türkçe olarak “Van, Van... Oralar bizim” dedi. Anne hemen müdahale etti, Ermenice konuştular ama beden dilinden belli oluyordu, yersiz bir konu, demişti sanki. Hemen yatıştırılan ortamda, kadehler tokuşturuldu. Dede de benimle kadeh tokuşturdu ama topluca çekildiğimiz fotoğrafa poz vermek istemedi. Yaş almış herkes gibi ağırbaşlıydı ama kaba değildi. O dönem Ermeni çetelerinin saldırılarına maruz kalan Türkler için de, ölüm ve kıyımlara maruz kalan ve geri kalanı göç ettirilen Ermeniler, için de büyük bir travma, tarihi anmak.



Evine misafir olduğum Dede’ye cevap verip tarihi konulara girmek yersizdi. 70 Yıllık hayatını Türkler tarafından öldürülmüş akrabalarının hikâyesini dinleyerek geçirmiş birine yıllardır duyduğundan farklı bir şeyi kabul ettirmeniz pek mümkün değil. Aynı izah zorluğu Ermeni çetelerinin saldırılarıyla hayatını kaybetmiş Türkler için de geçerli. Ortada hüzünlü bir tarih var ama konunun Türklere itham edildiği şekilde tek taraflı olmadığını bizzat iyi biliyorum. I. Dünya Savaşı döneminde, son demlerini yaşayan Osmanlı’ya karşı ayaklanan birçok halk gibi bazı Ermeniler de bağımsızlık isteği ile çeteler oluşturmuştu. Rize’nin Pazar ilçesinde Ermeni çetelerine karşı köyünü korurken, pusuya düştüğünü fark edince, ellerine geçmemek için tüfeğini çenesinin altına dayayıp, ayak parmağı ile tetiğe basarak kendini vuran Mustafa oğlu Şevki, benim büyük dedemdi.

Efe TANAY
instagram/twitter: @efetanay
                                                                      

Her Yarış Bir Hayat Dersine Dönüşebilir – Moskova Maratonu

Fiziksel olarak daha yorgun olduğum bir an olmadı hayatım boyunca ama hala koşmaya çalışıyordum. 6 Kilometrecik kalmış, bağırıyorlar kenardan, “buraya kadar geldiniz hadi devam edin”. Hiçbirini tanımıyorum. Aslında hızlı koşabilsem dediklerini de tam anlayamayacağım. O kadar yavaşım ki o mesafelerde, her şeyi duyuyorum. Sonra yavaş yavaş tükenmeye başladım, etrafımda durmadan insanlar kenara geçip yarışı bırakıyordu. Hafif bir yokuştan çıkarken o kadar yavaşladım ki, ayaklarım koş komutunu aldırmaz oldu. Arkamdan gelen biri, “hadi devam daha yarış bitmedi” dedi, elini sırtıma koydu ve destek verdi. Sonra da yanımdan hızla uzaklaşırken dönüp gülümsedi, tişörtü de şortu da turuncuydu. Benim gözüme bir kurtarıcı gibi göründü. Biraz utançla, biraz da hırsla tekrar hızlandım, kurtarıcımı yakalayamadım ama en azından yürür vaziyetten iki kat hızlı bir ritme tekrar kavuştum. Hayatımda 25 kilometreden fazla hiç koşmamıştım ki, vücut nasıl tepki verir bilmiyordum. Hırsıma çok güvendim sanırım. Yarış 42 kilometre… koş koş bitmiyor. Hele 33. Kilometreden 34 kilometreye bir türlü gelemedik. 5 kilometredir koşuyoruz hala 34 kilometre olmadı diye isyan edecektim artık. Hâlbuki ilk 20 kilometre öyle miydi, at gibi dörtnala gidiyordum. 30’dan sonra illa ki yavaşlayacaktım, onun için de biraz zaman kazanmaya çalışıyordum.

Kalp ve nabızla ilgili en ufak bir sorun yaşamayacağımı düşünüyordum, haklıymışım da, bitiş çizgisini geçerken bile nefes nefese değildim. Gerçi çizgiyi geçer geçmez yere yığıldım ama o tamamen ayaklarımın artık beni taşıyamamasıyla alakalıydı. Nabız konusunda, haklı çıkmıştım ama emin olduğum bir diğer şey de, acının üstesinden gelip, bacaklarımın yorgunluğuna rağmen koşuya devam edebileceğimdi. İşte o konuda baya yanılmışım. Ayaklarım “bizden bu kadar” diyerek isyan etti. Turunculu kurtarıcımdan birkaç kilometre sonra oldu bu. Ama onun biraz daha öncesi de var.

Dediğim gibi yarış uzun, güzergâh koca Moskova’yı dört dönüyor. En kilit noktayı da benim evimin yanından geçirmişler. Güneşin altında ufacık bir yokuştan çıkıyorsunuz ve hemen benim evin köşesinden geçerek yola devam… O yolu da hep giderim ama yokuş olduğunu o gün fark edebildim. Ufacık bir rampa bile gözünüzde büyüyor o an. Nasıl yorgun bacaklarım, kaslar pes edeli baya olmuş aslında ama oralı değilim. Tam o anda rota seni evinin oraya getiriyor. Düşünsene dedim kendi kendime, yarışı bırakanlar evlerine dönmek için baya yol gidecek, ben şuan evimdeyim. Hemen şurası evim. Aslında bunu kendime bir şaka gibi söylemiştim. Çünkü anca ölürsem bu yarışı bırakırım diyerek başladım. Hep söylerler maraton kendi kendinle yarıştır diye. Bitirmek başlı başına bir başarı ama ben hayatımda maraton koşmaya ilk yeltendiğim bu yarışı sadece bitirmek değil, 4 saatte bitirmek hedefindeydim. Durmadan tekrar tempomu kazanma çabam da kendime koyduğum bu süre limitinden dolayıydı.

Aslında maraton hakkında hiçbir fikrim yokken koymuştum bu limiti kendime. Bir Cuma günü barda Hollandalı arkadaşım Jordy, maratonu 4 saatte bitirme hedefinden bahsetti. Sonra maratondan biraz daha bahsetti… sonra biraz daha… Nasıl etkilenmişsem, ertesi sabah uyandığım gibi yatağımda uzanırken yarışa internetten kayıt oldum. Zaten bir gün sonra da kayıtlar doldu. Kayıt olduğum gün itibariyle hayatımda en fazla 10 kilometre koşmuştum. 2 hafta sonra ufak bir organizasyonda yarı maraton yarışına katıldım, iyi bir sürede, rahat bir şekilde bitirdim. Sonra Moskova’da düzenli antrenmanlara devam ettim. Kendimi delicesine yorduğum ve zorladığım günlerden sonra trans sibirya trenine atlayıp birkaç şehir gezdikten sonra Moğolistan’a oradan da Çeşme’ye tatile gittim. Yaklaşık iki ay süren bu süreç beni yarışta bitiren şey oldu. Moskova’ya döndüğümde 1 hafta kalmıştı yarışa. Seyahatte ve tatilde fırsat buldukça koşmuştum aslında ama sonra dönüp düşününce baya az fırsat bulabildiğimi fark ettim. 60 günün 6’sı koşmuşum sadece.


Maksim Nastusenko tarafından çekilen bu fotoğraf bitişe 500 metre kala fenalaşan bir yarışmacıyı gösteriyor. Maksim sayfasında bitiş çizgisinde yaşananların çok duygulu olduğundan özellikle bahsetmiş.


Turunculu kurtarıcım benim için yarışın birkaç dönüm noktasından biriydi. Bir diğer dönüm noktası ise ilk krampımın girdiği, Nazım Hikmet’in şiirinde bahsettiği Mayakovskaya meydanından çok uzakta değildi. Köşede bir teyze suyunun kapağını açmış, belli ki birini bekliyordu. Belki torunu koşuyordu. Konuşmuşlar, köşeden geçerken ona su verecek belli. Çaresiz halimi görünce tereddüt etmeden suyunu uzattı, bende birkaç yudum alıp yola koyuldum. Şöyle içten bir teşekkür edemedim o güzel teyzeme, şimdi yazarken bile aklımda. Ama yarışın o mesafelerinde her saniye benim için paha biçilmez değerdeydi. Hatta yarıştan hemen önce tuvalete gitmiş olmama rağmen yine tuvaletim gelmişti ama yol kenarlarına kurulmuş olan tuvaletlere girmek demek zaman kaybı demekti, bitiş çizgisine kadar beklemek zorundaydı. İçtiğim sular yetmez hale gelmişti artık, birkaç kilometre sonra artık bittim dediğim bir başka anda ki, durmadan “bittim artık” diyip tekrar tekrar hızlanıyordum, arkadaşlarımı gördüm. Bana enerji deposu ufak jellerden vereceklerdi. Tezahürat, alkış yanlarından geçiyorum… Onları görmek beni bir süre daha idare ettirdi. O noktadan sonra bitiş çizgisinde buluşacaktık. Onlar da biliyordu, 4 saat demiştim. Verilen sözü tutmak lazım ama neye, hangi veriye dayanarak belirledin o süreyi diye sorsalar hiçbir mantıklı açıklamam yok. Zaten yarıştan önce soran da oldu. Zormuş 4 saatte bitirmek. Hayatında ilk kez maraton koşacak birinin 4 saatte bitirmesine ihtimal vermiyorum demişti bir arkadaşım. Yapamazsın dediler diye daha çok hırslanmıştım ama bacaklar 60 günlük tatilde ciddi anlamda formdan düşmüş. 

Yarışın 21. ve 42. kilometrelerinde çekilen bu iki fotoğraf, kendimi ne kadar zorladığımı ortaya koyuyor.

Bahane bulmak yersiz, yarıştayım ve şuandan sorumluyum diyerek kendimi motive ettiğimi hatırlıyorum. Motive ile koşuluyor olsa acayip hızlı gideceğim ama kaslar da etkili malum. Bacaklar ben komut verdikçe, “biz de koşmak istiyoruz ama bitti yani bu kadar” diyordu. Kim bilir kaç kere dururcasına yavaşlayıp tekrardan hızlandım. Her seferinde hadi az kaldı diyordum. Bir grup genç kenardan su uzattı halimi anlayıp. Hatta hızımı kaybetmeyeyim diye yanımdan koşarak verdiler suyu. Bitişe az kalmıştı, ellerinde pankartlarla insanlar, hepiniz kahramansınız, çoğu gitti azı kaldı, pes etme gibi yazılar tutuyordu. Hemen hepsini okuyarak koştum, her biri güç verdi. En sevimlileri ise birkaç kez gördüğüm küçük çocukların “benim babam bugün maraton koşuyor” yazısıydı. Kostümler giyip destekleyenler, şarkı söyleyenler, ritim tutanlar… Bitişe yaklaştıkça destek artıyordu. 37. kilometreye vardığımda fark ettim 4 saatte bitiremeyeceğimi, hesap tutmuyordu. Bu hızla bu bacaklarla imkânsız hale gelmişti hedefimi gerçekleştirmek. Ama motivasyonun en iyisini 36. kilometre civarında gördüm. İnsanın kendi kendisini motive etmesi bir yere kadar, dışarıdan gelen motivasyon, muhtaç olduğunuz motivasyonmuş. Durmadan giren kramplara rağmen devam etmek artık öyle bir zor hale gelmişti ki, değil koşmak yürümek bile acı veriyordu. İlerlemek değil, olduğum yerde durmak bile zordu o an. Hedefimden uzaklaştığımı fark etmek rahatsız etti ama gerçekçi bir hedef değilmiş ki benimki. Buraya kadarmış dedim. 36. kilometreydi bunu söylediğim yer… Herkese dağıtılan yarış numaralarının altında isimler yazılı. Kalabalıktan biri kâğıttan ismimi okuyup “Hadi Efeee…” dedi, diğerleri de alkışlamaya ve Rusça destek vermeye başladılar. Yarışın o aşamasında, oralarda bulunan hemen herkes antrenmanlı ve düzenli ritme sahip kişilerdi. Hızlı gelmiştim çünkü oraya kadar ama bitmiştim de, ya da bittiğimi sanmışım. İnsanların her iki yandan da desteklerini duymak yüzümü güldürdü. Sağımda solumda duran herkes gözümün içine bakarak özellikle bana destek veriyordu. Benim gülümsediğimi fark edince, onlar daha da şiddetle desteklemeye başladılar. Çok yavaştım, gerçekten çok ama çok yavaştım o an. Birkaç tane genç kız olduğu yerde zıplayarak “yapabilirsin, pes etme” gibi şeyler söylüyordu. Yanlarından geçerken omzuma dokunup desteklediler, o büyük grup öylesine destek olmaya başladı ki birden karşılık vermemek imkânsız hale geldi. Hem de hepsi birden destekliyordu çünkü etraftaki en yavaş kişi bendim o an. Dediğim gibi hızlı ve ritimli bir grubun içindeydim. Hızlı bir grubun içinde, hızını kaybetmiş biri olarak kalmıştım. Duygulu bir andı aslında. Ellerinde olsa kucaklayıp bitişe kadar götüreceklerdi, öylesine içten istiyorlardı ki hızlanmamı, hafif bir hızlandım da, ben hızlanınca onlar tezahüratı arttırdı, onlar tezahüratı arttırdıkça ben hızlandım. Çekik gözlü güler yüzlü bir kız vardı, “Hadi lütfen koş” dedi, sanki ben koşarsam onlar kurtulacakmış gibi geldi bana o an. Beni hayatlarında görmemişlerdi ama böylesine desteklemeleri beni gerçekten onore etmişti. O gurubun arasından hızlanarak ayrıldım ama nasıl hoşuma gitmişti o sevgi ve ilgi, kalabilseydim keşke orada ama orası 36. kilometreydi ve matematiksel olarak hala 4 saat limitini tutturabileceğim bir yerdeydim. 37. Kilometreye kadar çok çabaladım ama 4 saat limitini denk getiremeyeceğim gerçeği ile karşılaştım 37. kilometrede. Kalabalıktan gelen “Hadi Efe” desteği belki Türkçe değildi ama Annemin ilkokuldaki koştuğum yarışta verdiği desteği hatırlattı. O duygu yoğunluğuyla 36. Kilometreden 37. kilometreye bir anda vardım ama vardığım gibi orada bittim. Sonra yine ara ara yürüyüşlerle geçti. Bir ara farkına vardım, eğer hızlanmazsam 4:30 limitini de kaçıracaktım. O kadarına da katlanamazdım. Bitişe kadar topallayarak koştum. Bitişi geçtim ve bacaklarım beni yere bıraktı. Kendimi yere attım demek doğru olmaz sanırım, bacaklarım beni kenara koydu.

Ertesi gün resmi sonucum geldi 4 saat 26 dakika 54 saniye. İlk sefer için çok iyi diyorlar. Bense bütün bu süreçten o kadar çok şey öğrendim ki, rezil bir sonuç deseler bile onur duyarım. Maraton gerçek manada insanın kendi ile yarışı. Biriyle yarışmayan binlerce yarışmacı hep beraber yarışı bitirdik.

Bitiş çizgisini geçen herkese verilen madalyam ile poz verirken sonucumdan gayet memnundum.

Bu yarış sürecinde kanserden kaybettiğim Annemi hatırlamak bana hep güç verdi. Yarış sonrası geçen günlere rağmen hala destek almadan merdiven dahi çıkamıyor olmam yapabileceğimin en iyisini yaptığımın göstergesi sanırım. Bu yarışı anlamlı kılan bir başka şey ise Adım Adım oluşumu aracılığı ile TEMA adına koşmuş olmam. Böyle güzel bir anıyı böyle güzel bir amaç için koşmuş olmak büyük bir mutluluk. Siz de bağışta bulunarak TEMA’ya destek olabilirsiniz, bu linke bakmanız yeterli… http://adimadim.org/stklar/TEMA/Turkiye-Erozyonla-Mucadele-Agaclandirma-ve-Dogal-Varliklari-Koruma-Vakfi.aspx

Maraton öncesi hazırlamış olduğum video.



Efe TANAY

AJAN SANILMAK İÇİN YANLIŞ YER (KÜBA)

Dünyanın her yerini hiçbir sorun yaşamadan gezebilirsiniz. Turiste her yerde saygı duyulur. Ama farklı olanı yapma arzusu sizi sardığında seyahatleriniz de pek sıradan geçmiyor. 

New York’ta iken Wall Street’i işgal gösterilerine denk gelmiştim ve Amerikalı arkadaşlarımın uyarısına rağmen eylemlerin olduğu bölgeye gitmekten kendimi alıkoyamadım. Jamaika’da bir uyuşturucu kaçakçısının marihuana tarlasına gitmiş, Kuba’da yasadışı olduğu halde ormanda horoz dövüşü izlemeye gitmiştim. Mısır’da değil turistlerin, yerel halkın bile pek dolaşmadığı inanılmaz fakir mahalleleri turlamıştım. Myanmar’a gitmeyi bile düşünmüyordum ta ki, Müslümanları katlediyorlar diye haberler yayılana kadar. Bir problem, bir tehlike olması sanırım oraya gitme arzumu arttırıyor. Düzinelerce ilginç ama fazla sakin Avrupa ülkesinden sonra seyahat şeklim değişmişti sanırım. Bunların çoğunu yaparken pek etraflıca düşünmüş olduğumuda sanmıyorum aslında.

Avrupa dışına ilk seyahatimi Küba’ya gerçekleştirmeye karar verdim. 19 Yaşındaydım ve tek başıma yola çıktım.



Erkenden kalkıp, gün içinde durmadan müzeden müzeye, anıttan anıta geziyordum. Küba herkes gibi benim de hayalimdeydi ve hakkında o kadar çok araştırma yapmıştım ki, Küba ile tanışmak bir Hollywood yıldızı ile tanışmak gibiydi benim için. Hakkında çok şey biliyordum ama ilk kez yüz yüze gelmiştik. Her anında heyecan içindeydim. 6 Şehir gezdikten sonra başkent Havana’ya döndüm ve son günümde Adliye binasını gezmeye karar verdim. 2005 yılında Küba şimdikinden de sıkıydı. Turist el üstüne tutuluyor ama her komünist ülkedeki gibi turist bölgesinin dışındaki her yabancıya da potansiyel ajan gözüyle bakılıyordu. Hayata tozpembe bakan Hukuk Fakültesi 2. sınıf öğrencisi olarak adliyeye elimi kolumu sallayarak girdim. Esmer halim ve paspal giyiniş tarzım yüzünden diğer turistlerden ayrılıyordum. Ağzımı açana kadar durumu kurtarıyordum. Adliye koridorlarında dolaşmak Küba’da tam bir Kübalı gibi hissettirmişti. Fotoğraf makinem cebimde, ağzım da kapalı kaldığı sürece istediğim kadar Kübalı kalabilirdim. 

Duruşma salonlarından birine girdim. Şişmanca bir kadın konuşuyordu, hakim bir şeyler söyledi kadın cevap verdi, hakim tekrar sordu, kadının yüz ifadesi çaresizleşti. Sanıktı. Neden bilmiyorum ama hırsızlık suçu ile yargılandığını düşündüm. Avukat söz aldı, aslında baya da hararetli konuşuyordu ama nasılsa konuşulanları anlayamıyordum, ben kadının psikolojisine odaklandım. Kim bilir nasıl hissediyordu? Bana bütün bu sahne, kadının pişmanlık içinde olduğunu düşündürmüştü. Avukatın konuşması bitince hakim, yüzünde hiçbir mimik değişmeden kısa bir cümle kurdu. Sadece mimiklere ve tepkilere bakarak, ne olup bittiğini anlamaya çalışıyordum. Böylesine heybetli bir kadın ancak bu kadar aciz görünebilirdi. Oturduğum yerden tam göremiyordum ama biraz dikelince fark ettim, elleri kelepçeliydi. Acaba gerçekten pişman mıydı, yoksa duygu sömürüsü mü yapıyordu? Kim bilir belki suçu bile yoktu? Duruşma sona erdi. Muhtemelen karar duruşması değildi. Çünkü içeriden çıkan herkesin yüzünde en az benim kadar, olup bitene anlam verememiş bir ifade vardı. Ne olacak diye merak içindelerdi sanki. Gerçi benim için orada konuşulmuş olanları anlayabilmek bile yeterliydi.

Küba Polisi

Kübalı olarak koridorlarda dolanmaya devam ederken boş bir duruşma salonu buldum. Etrafta da kimse yoktu. Gördüklerim yetmemiş gibi, o anı ölümsüzleştirmek istedim. Türkiye’de çok tartışılan bir konuydu hakimin sanıktan ve avukatlardan daha yukarı bir seviyede oturması. Küba’da ise aynı seviyedeydi oturma yerleri. Duruşma salonundaki mobilyalar da kahve tonlarında değil, siyahtı. Bütün bu görüntüyü fotoğraflamalıydım. Odaya girdim, usulca kameramı çıkartmadan önce koridora tekrar baktığımı çok iyi hatırlıyorum. İlk poz hiçbir zaman tatmin etmez tabi. İkinci için flaşı açtım, açımı değiştirdim, deklanşöre bastım. Tam o anda arkamdan bir el de omzuma bastı. Biri kadın diğeri erkek iki polis! Filme sahne olarak koysalar izleyene mantıksız gelir. 5 saniye içerisinde nereden belirdi o polisler? Kontrol de etmiştim üstelik. Kamera cepten çıkmıştı, ağzımdan iki kelime İngilizce de döküldü. Artık Kübalı değildim. Olmaması gereken bir yerde, yapmaması gereken bir hareketi yapan potansiyel bir ajandım. Erkek polis diğerine, “evet şu ajanı alalım” dedi herhalde.

Kameramı elimden alıp, beni bodrum katında suçluları tuttukları bölümüne getirdiler. Alt katın girişi hapishane girişi gibi demir parmaklıktı. Sağlı sollu hücrelerin arasından geçerek, koridorda ilerledik. Dizlerim titremeye başladı. Bütün o merdivenleri inerken hiç durmadan durumu izah etmeye çalışıyordum. 19 yaşındaydım ama küçücük bir çocuk gibi görünüyordum. Hele o korkuyla, iyice çaresizleşmiştim. Sanırım o an 5 dakika önce duruşmasını izlediğim Kübalı kadının nasıl hissettiğini anlamaya başlamıştım. Böyle anlarda en kötüsü de olan biteni anlayamamak. “Böyle anlar” diyorum ama o yaşıma kadar bu kadarını da hiç yaşamamıştım. Altı üstü bir fotoğraf ne olabilir ki, diye düşünüyor insan ama bana öyle davranıyorlardı ki, direk içeri tıkacaklar diye düşünmeye başladım. Evrakları da fotoğraflıyorum diye düşünmüşlerdi muhtemelen. O korkuyla İspanyolcayı da söküverdim. Mecbur kalınca insan bir şekilde iletişim kuruyor, zira İngilizce gram fayda etmiyordu, hatta işleri daha bile kötü hale soktu. Öğrenci kimliğimi gösterdim, hukuk okuyorum, turistim, diğer fotoğraflarıma bakın dedim. Kaldığım oteli arayıp ülkeye giriş tarihimi teyit ettiler. Biraz sorgu sual, o da anlaşabildiğimiz kadarıyla. Sonra kapıya kadar eşlik edip, dışarı çıktığımdan emin oldular.

Gökyüzü bir anda ne kadar güzel göründü anlatamam. “Madem salacaktınız niye bu kadar korkuttunuz” diyesim gelmişti. Küba, dijital fotoğraf makinesiyle gittiğim ilk ülkeydi. Öyle olmasaydı belki de fotoğraflarımı tab ettirene kadar gözaltında kalacaktım. Yani şanslıydım, sadece iki fotoğrafımı silip 15 dakika içinde bırakmışlardı.


Efe Tanay


Küba'da Yasadışı Horoz Dövüşü yazım için tıklayınız.
Mısır'daki fakir mahalleleri ziyaret yazım için tıklayınız.
Jamaika'da uyuşturucu kaçakçısı yazım için tıklayınız.
Myanmar'da müslümanlarala çatışmalar yazım için tıklayınız.

Başkanlık Sarayında Ağırlanan Turist (Abhazya)

1992 Yılında Gürcistan’a karşı vermiş oldukları savaşın ardından 1994 yılında bağımsızlığını ilan eden, Karadeniz’in diğer yakasındaki bu ufak ülkenin tarihi çok eskiye dayanmaktadır. Gürcistan başta olmak üzere birçok ülkenin bağımsız olarak kabul etmeği bu bölge’yi Dünya üzerinde pek az devlet tanımaktadır. Abhazya’nın ekonomisi büyük ölçüde Rusya’ya bağlıdır. Aphazca kadar Rusça’nın da yaygın olarak konuşulduğu ülkede, Rus para birimi olan Ruble kullanılmaktadır. Abhaza (Abaza) veya Abazinler olarak bilinen bu Kafkas halkı’nın 240.000’lik nüfusunun yanı sıra yaklaşık 35.000’i Rusya’da ve 150.000’i Türkiye’de olmak üzere civar ülkelerde de ayrıca nüfusa sahiptir. (Bazı kaynaklar Türkiye’deki Abhazaların nüfusunun 300.000’e yakın olduğu görüşündedir).

Başkanlık ikametgahı önünde, Jamal ile.

Yeşilliği ve güzel sahilleri ile meşhur Abhazya, Rusya ve yakın coğrafya ülkeleri dışında pek popüler olmasa da, bir şekilde yolunu düşüren herkesin, doğasına hayran kalacağı bir ülke. Her biri deniz kıyısına sıralanmış, 7 şehirden oluşan ülkenin her noktasından kısa sürede güzel bir kumsala ulaşmanız mümkün. Rusya’da doktora yaptığım Üniversite’den Abhazyalı arkadaşım Jamal’in davetini kırmayıp, Rusya’nın Soçi şehri üzerinden ülkeye giriş yaptım. Jamal'in beni sınırda karşıladıktan sonra, muhabbet esnasında bir ara “babam başkan olunca” gibi bir şey söylediğini fark edince. Anlam veremeyip sordum. Jamal, “Evet, Babam geçen ay devlet başkanı oldu” diye yeniledi. Ben ise babasının politikacı olduğunu bile haberdar değildim.


İlk önce Rusya sınırına yakın Gagra şehrinde kalıp, mükemmel renklere sahip mavi gölü, ardından dipsiz delik adı verilen dünyanın en eski ve en büyük mağaralarından birini ve başlı başına her yerini gezmesi 1 gününüzü alabilecek harikalıktaki Ritsa gölü ve civarını gezdikten sonra son gece başkente doğru yol aldık. Jamal’in babası bizi son gecemizde başkanlık konutunda ağırladı. Mükemmel manzaralı, dünyanın her bir yerinden egzotik bitkiler ile donatılmış bir bahçede, 19. yüzyılda inşa edilmiş, estetik bir mimariye sahip olan bu evin odalarında insan kendini küçük hissediyor. Jamal’in inanılmaz mütevazı babası bizimle özel odalarında uzunca bir muhabbete daldı. Annesi ikramlarda bulunuyor, alt kattaki çalışanlara rağmen işleri kendisi hallediyordu. Belki olması gerekenden çok farklı bir davranış biçimi değildi ancak mevki ve statünün, kibir ve yüksek ego ile beraber geldiği onca örnek var iken, bir Devlet Başkanı’nın böylesine rahat ve candan olması sizde saygı ve sempati uyandırıyor. 

Bütün misafirperverliğe rağmen üzerimden atamadığım mahçubiyetim ile.


Efe Tanay

Nazım Hikmet'in Ardından


“Ne güzel şey seni hatırlamak” demişti şiirinde, aşkların en büyüğünü yaşadığı duygu dolu dizelerinden belliydi, Türkiye’nin aslında gurur duyması gereken ama utanç içinde yıllarca hapislerde yaşattığı büyük şairi, Nazım Hikmet Ran. Hayatı hep mücadele ve zorluklarla geçen büyük usta, 1902’de Selanikte doğmuş, Hamburg konsolosluğu ve Selanik’in son valiliğini yapmış bir babanın ve yabancı dillere hakim, iyi derecede piyano çalan ve Türkiye’nin ilk kadın ressamlarından olan bir annenin çocuğu olarak, oldukça yüksek kültürlü bir ailede yetişmişti. İstanbul’un iyi okullarında okuduktan sonra Bahriye mektebini bitireceği dönemde çok ciddi şekilde hastalanır şair. Bu tarihlerde 3 arkadaşı ile yürüyerek İnebolu’dan, Ankara’ya geçer ve Anadolu’daki bağımsızlık hareketine destek verir. Nazım Hikmet’in büyük dayısı Ali Fuat Cebesoy, Atatürk’ün Harp Okulu’ndan sınıf arkadaşıdır. Cebesoy anılarında, Atatürk’ün Nazım’ın şiirlerini gramofondan bizzat Nazım’ın sesinden dinlediğini belirtir. Nazım’ın, beni huzuruna çağırmasın (Atatürk), bir kusur işlerim gözünden düşerim, dediğini belirtir Cebesoy ve ekler, Nazım dik kafalı biriydi. Atatürk'e karşı bir yanlış yapmaktan çekinmişti. Nazım’ın İstiklal Harbi hakkında vatan millet sevgisi ile dolup taşan şiirleri ise Atatürk’ün ölümünden sonra ki döneme denk gelmektedir. Nazım’ın daha 23-25 yaşlarında iken Atatürk’ün etrafında birleşelim, Türklüğü yayalım dediğinden bahseder dayısı Cebesoy. Değil vatan hainliği vatan sevgisi ile dolu zeki bir gençti. Dayısı “Milliyetperver bir adamdı” der kendisi için. Türk sosyolojisi namına çalıştı; yani Türkiye’de fakir az olsun; bir sosyalizm teessüs etsin ki, servet taksim olsun – Nazım’ın Türkiye’de yaymak istediği düşünceleridir. Rusya’da okumuş, sosyalist düşünceli bu başarılı şaire karşı divanı harp kararıyla alınan hapis kararının, Atatürk’ün hastalığı dönemine denk geldiğinin altını çizer, Cebesoy.

Nazım dizelerini alıp giderken


Nazım Hikmet Rusya’da Sosyal Bilimler ve İktisat okuduktan sonra Türkiye’ye gelir ve kısa süre sonra Aydınlık Dergisi’nde yazdığı bir yazıdan dolayı 15 yıl hapsi istenince tekrar Sovyetler Birliği’ne döner. 1928 Yılında af çıkana kadar özlemle memleketine dönebilmeyi bekler. Hasretle döndüğünde ise Hopa ceza evinde bir süre tutuklu kalır. Dönüşünden 10 yıl sonra yine yazıları yüzünden yargılanır ve bu kez 28 yıl hapis ile cezalandırılır.

Nazım Hikmet Ceza Evinde iken

Parmaklıklar ardında yok yere yiten 12 yıl sonrasında af çıkar. Nazım Hikmet’in genel af ile özgürlüğüne kavuşmasından bir yıl önce Pablo Picasso ve Jean-Paul Sarte gibi önemli kişilerin de destek verdiği bir özgürlük kampanyası başlatılmıştır. İçeride kendisinin vermiş olduğu açlık grevi mücadelesi, dışarıda onun özgürlüğü için yapılan baskıların da etkisi ile “Hapisten çıkma ihtimalim var mı bugünlerde? İçimden bir şey: belki diyor” dizelerini yazdığı 1945 yılında, özgürlüğü için 5 yıl daha beklemesi gerekmiştir. Hapisten çıkışı ile de askerliğe alınmak istenir büyük şair. Bahriye subayı çıkacağı dönemde geçirmiş olduğu ciddi ve uzun süreli hastalıklarından dolayı “çürüktür” raporuna ve hapisten çıktığında 50’sine gelmek üzere olmasına rağmen askere alınacağı gerekçesiyle Fatih şubesine çağırılır. Bir şekilde kendisinden kurtulmak istendiğinden ve öldürüleceğinden endişe ettiği ve bu sebeple ülkeyi terk ettiği, Ali Fuat Cebesoy’un “Bilinmeyen Hatıralar” kitabında yer almıştır.


Nazım Hikmet Dünya Barış Komitesi’nce, “Uluslar Arası Barış Ödülü” alan tek Türk’tür. Ödülü aldıktan 1 yıl sonra ise Türk vatandaşlığından çıkartılmıştır. Vatan sevgisi ile dolup taşan şiirlerine rağmen vatan hainliği ile damgalanan şair 1951 yılında vatandaşlıktan çıkartıldığında, öldürülme ve hapse atılma korkusundan uzakta, Moskova’da ikamet etmekteydi. Moskova’da eşi Vera ile yaşadığı binada kendisini anan bir plaka konmuş, adı Rusya’da bir kütüphaneye verilmiş ve Rusya’nın en saygıdeğer kişilerinin bulunduğu Novodevichy mezarlığına gömülmüş olsa da, Nazım Hikmet Anadolu mezarlığında, bir çınar ağacının altına gömülmek istemiştir.

Lanet olsun, ne muazzam şey seni sevmek! Sen benim aşkım, sen benim kızım, sen benim yoldaşım, sen benim küçük annemsin. Canım, bir tanem, seni sevmeden önce dünyayı sevmesini bile bilmiyormuşum. Bu şehir güzelse senin yüzünden, bu elma tatlıysa senin yüzünden, bu insan akıllıysa senin yüzünden... 
Nazım Hikmet'in Eşi Vera'ya yazdığı bir not.
Eşi Vera, “kalbine saplanmış bir hançerdi memleketi” der. En çok da şiirlerinin Türkiye’de yasaklanmış olmasına üzüldüğünü belirtir. Bir konuşmalarında “Şiirlerimin İzlandacaya çevirisini gönderdiler… Şaşılacak bir şey… Ama Türkiye’de yayımlamıyorlar beni” diye belirtmiştir.

Vera, Nazım’ın tatlı tutkusunu anılarında birçok kez yazmıştır. Gittikleri Mısır ziyaretinde Nazım bir baklavacı bulur ve “Veracığım tut beni! Şimdi burada ne varsa alabilirim! Öyle lezzetliler ki! Hepsi tıpkı Türkiye’dekiler gibi!” der. Baklavaları afiyetle yediği gibi, büyük dikkatle hazırlattığı bir paketi de Moskova’daki Müslüman arkadaşına götürmek için alır. Kahire’den dönerken ezilip bozulmasın diye özenle dizinin üzerinde taşıdığı kutunun fiyongunu çözüp çözüp tekrar bağlamaktadır. Vera bir ara uykuya dalar, gözlerini açtığında paketin yarıdan aza indiğini görür. Nazım, şimdi böyle de hediye verilmez, en iyisi hepsini yiyeyim ben, diye ekler. – Ekber’e ne diyeceksin? Ne kadar üzülecek – Canım niye üzülecekmiş, kendisine baklava getirdiğimi bilmiyor ki. Nazım, uçaktan inip Ekber’i gördüğünde ise olanları bir yaramaz çocuk edasıyla anlatır.

Artık gurbetler daha kolay üstad, Moskova’da da var baklava. Türkiye’dekinin yine tutmuyor ama… bastırıyor biraz özlemimizi.

Duygu yüklü saygılarımla,

Efe Tanay

Moskova


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...