ÜZGÜNÜM SİZİ ÜLKEYE ALAMAYIZ (LAOS)

Rusya’dan, Çin’e, Çin’den, Tayland’a geçmiştim. Uzun bir seyahatin ara durağıydı, Tayland'ın başkenti Bangkok.  Kaldığım yerde, benim gibi hem tek, hem de plansız gezen birkaç yabancı gezginle tanıştım. İyi de anlaşınca Tayland’ın kuzeyine, Chiang Mai'ye doğru hepbirlikte yola koyulduk. Ülkenin güneyini boylu boyunca gezeli çok zaman olmuştu, şimdi de sıra kuzeydeydi. Devamında da sınırdan, pek bilinmeyen sakin ülke Laos’a geçebilirdim. 

Jason, Peter ve Ben


Genelde gideceğim ülkeler hakkında çok araştırma yaparım ama kesin rotalar ve net kalış süreleri belirlemem. Bazen rotanın orta yerinde başka bir komşu ülkeyi de seyahate dahil eder, bazen kimisinde planladığımdan çok daha az kalırım veya da uçak biletimi iptal eder tanıştığım kişilere takılır giderim. Bunların hepsi bana öyle bir özgürlük hissi veriyor ki, bu şekilde seyahat etmeye başladığımdan beri başka bir seyahat şekli düşünemiyorum.

16 saatlik tren yolculuğu sonrası vardığımız Chang Mai’de 3 gün ormanda yerlilerle kamp yapıp, biraz kaplan sevip, biraz timsah okşayıp, bungee jumping yapıp, çekirge, kurbağa, sincap gibi şeyler yedikten sonra, birkaç kez de sarhoş olup olup ayılınca, İngiliz arkadaşım Peter ile Tayland’a bir son verip kara yoluyla Laos’a gitmeye karar verdik. Hollandalı ve Kanadalı arkadaşlarımız Jason ve Anne de kendilerine başka bir rota çizdikleri için hatıralarımızı paketleyip, yollarımızı ayırdık.

2 Aylık bebek Fil


Jason ve Anne
Peter'e çılgın bir fikir attım, 'bungee jumping'. O da altta kalmayıp işe daha da bir heyecan kattı ve o zaman motor kiralayıp gidelim diyerek kanıma girdi. İkimizin de motor koltuğuna oturmuşluğumuz yoktu ama otomatik vites scooter kullanmak ne kadar zor olabilir ki, diyip verdik şiparişi. Motorları getirdikleri gibi de, atladım üstüne. Daha üzerinde beş metre gitmemiştim ki, kaldığımız otelin sahibinin arabasına çarptım ve ayağımı yaraladım. Motorda da, arabada da ufak çizikler vardı. Ayağımdaysa ufak bir kesik. Hiçbirimiz hasarları umursamadık. Zaten Tayland'a çiziklerle daha iyi uyum sağlıyor insan. Düşüşüm ders oldu, düşmeden de pek öğrenilmiyormuş hem. Ayağıma ufak bir sargı sardık ve bu olaydan birkaç saat sonra yaralı ayağımla hayatımın ilk Bungee Jumpingini yaptım.

Yaralı bacağımla poz verirken.




Motor heyecanından sonra Tayland’daki son gecemizi tanıştığımız 6 İngiliz kızın odasında geçirip, otel parasından da kurtulmuş, paranın hepsini yine alkole yatırmıştık. Ertesi gün de kızlar, Peter, ben ve otelde tanıştığımız başka 2 ingiliz ile birlikte yola koyulduk. 9 İngiliz ve ben akşamüstü Tayland – Laos ülke sınırını belirleyen mekong nehrine varmıştık. Sınırın orada bir adam, bana dönüp dönüp, “Türk sen Laos’a vizesiz giremezsin” dedi. Haklı da çıktı. Bütün İngilizler girdi, ben giremedim. Peter biraz bağırdı çağırdı görevlilere ama nafile. Daha yeni değişmiş kural, Türklere artık kapıda vize verilmiyormuş. Geldiğim tekneyle tıpış tıpış Tayland’a geri döndüm. Bir ülkeden çıkıp, başka bir ülkeye giremeden  yeniden çıktığım ülkeye geri dönme gibi çok ilginç bir seyahat yaşamıştım. Tayland malum, hareketli ülke, arada bir kapatıp açmak gerekiyor sistemin kendini yenilemesi için, ben de öyle yapmış oldum.

Tayland Laos sınırın'daki gölü geçerken, olacaklardan habersiz şekilde gülümsüyorum. 
Bozuk moralimle, yıkılmış bir şekilde valizimi süre süre geri döndüm. Saatlerdir Laos için planlar yapıp durduğum arkadaşlarım girmiş, ben kalmıştım. Ne yapacağımı, nereye gideceğimi bilmeden etrafa boş ifadelerle bakarak ilerliyordum. Tam o anda bütün seyahatin yorgunluğu bir anda üzerime çöküverdi ve birden benim Laos'a giremeyeceğimi söyleyen adam belirdi önümde. "Giremezsin demiştim" diye başladı cümleye, lafı uzattı uzattı, döndürdü dolaştırdı "gel otur burası benim restoranım" diyerek bitirdi konuşmasını. Zaten daha uzağa gidecek dermanım kalmamış bir şekilde yığıldım yol kenarındaki sandalyeye. Yemeklerden önce viskiye benzer bir içki gitrdi önüme. İç de keyfin yerine gelsin diye de ekledi. Ne tip bir alkol olduğunu bile sormadan diktim kafaya. Tam da o anki moralim gibi tadsız tutsuzdu verdiği içki ama bir o kadar da sertti. Ben kafaya diktikçe doldurdu.

Yaklaşık 20 dakika sonra sarhoştum, o yıkık moralim dikkate alınırsa, sarhoş olmam uzun bile sürmüştü aslında. Sonra yemekler, muhabbet... 5 - 6 Taylandlı ve ben saatlerce oturduk. Artık acıdıklarından mı, sevdiklerinden mi bilemeyeceğim ama her derdime bir çare buldular. Hemen ertesi gün için bana Bangkok’a dönüş bileti ayarlandı, aralarından birinin oteli varmış, orada bana bedava oda ayarlandı. Hatta benim yaşlarımda güzel bir komşu kızı çağırdılar masaya ama bu son kıyaklarına pek ilgi gösteremedim. 

Bu fotoğraf hala odamda asılı durur. Bana bir çok şey öğreten bu hikayenin asıl kahramanı yanımda elinde tavuk ayağı ile poz veriyor.
Uyumamla uyanmam bir oldu sanki. Yatak bile doğru düzgün dağılmamışken kaldırdılar ve Bangkok'a giden otobüse yetiştirdiler. Beni motoruyla otobüse bırakan arkadaşa hem otel için hem de akşam ki yemek için bir para tutuşturdum. Aslında ne kaba bir şey, bu kadar iyiliği bir kaç parça kağıtla iade edebildiğin hissine kapılmak. Yaptıkları onca güzel şeyin para karşılığı olamazdı ama o an için benim de paradan başka teklif edebilecek daha iyi bir teklifim yoktu.





Dönüp dolaşıp yine Bangkok’a gelmiştim ve Laos Büyükelçiliğinden 20 dakikada aldım vizemi. Bütün o yolu yine karayoluyla dönmeye dermanım kalmadığı için de Laos'a ilk giden uçağa atladım. Bizim İngilizlerle de Laos sonrası gittiğim Kamboçya'da karşılaştım. Tamamen şans eseri karşılaştığımız sahilde, bütün hikayemi şaşkınlık içinde dinlediler. Ardından kendisi başlı başına bir hikaye olan hayat devam etti durdu...

Facebook'tan takip etmek için: Seyyar Kalem
Efe TANAY
@efetanay

Rusya’da Bir Hindu Tapınağı


Hemen her ilginç hikâyemin altında ilginç tekliflere hayır demeyişim yatıyor sanırım.

Rusya’ya taşınmamın daha 3. günüydü ve yeni arkadaşım Kirill, Pazar öğlen beni arayıp dini bir törene katılmak isteyip istemediğimi sorduğunda sorgulamadan evet dedim. Ortak arkadaşımız aracılığıyla tanıştığımız bir önce ki gün, kiliselerin Pazar ayinlerinden bahsederken, ben de Ortodoks kilisesinin, Katoliklerden farklı olan ayinini görmek istediğimi söylemiştim. Tam da bu muhabbetin üzerin Pazar günü ve de tamamen Ortodoks olan Rusya’nın başkentinde, hem de Rus bir arkadaşım tarafından dini bir törene davet edilince, bu törenin tapınakta bir Hindu töreni olabileceği aklıma gelmedi tabi.





Bilmediğiniz bir şeyi anlamak için önce önyargılardan kurtulmak gerektiğine, sonra da onu tecrübe etmenin gerekliliğine inanırım. Ben de her zaman yaptığım gibi bilmediğim bir din ve kültürle, doğduğu topraklardan uzakta, çok farklı bir ortamda tanıştım. Bence kaçınılmaz bir fırsattı. Hem de Rus ama Hindu olan arkadaşım Kirill ve Hintli ama Hindu olmayan arkadaşım Amrik’le birlikteydim.

Kiliseye gideceğimiz düşüncesiyle giyindiğim, Hindu tapınağına pek uygun olmayan ciddiyetteki kıyafetim.
Ortada Kirill ve solda Amrik.

Amrik Hintliydi ama Hindistan’da ki başka bir dine, Sikhizm’e inanıyordu. Kirill’in eksik kaldığı yerlerde sorularıma o açıklık getiriyordu. Zaten Sikhizm Hinduizm’le birçok konuda benzerlik gösteriyordu. Nasıl ki, kitabi dinler aynı coğrafyada birbirine benzer bir şekilde şekillenmişlerse, Hindistan topraklarında da doğmuş olan bu iki din de birbirinden çok şey kopyalamıştı.

Aslında “Hinduizm” terimi birçok farklı Hint dinlerinin 19. yüzyılda tek bir ad altında toplanmasıyla ortaya çıkmış. Bilim dünyasının dünyanın en eski dini olarak kabul ettiği bu dine dışarıdan bakan batılıların sandıdığından farklı olarak Hinduizm'in tek bir tanrısı bulunmamaktadır. Farklı tanrıları bulunan bu dinler bütünü, batı dinlerinden farklı olarak kitabi de değildir, yani bir peygambere tanrı tarafından yazdırılmış yazılı bir kitapları olmasa da, yıllar içerisinde şekillenmiş öğretileri ve inanışları vardır.

Öğretici ve güzel nasihatler kadar, eğlenceli ve neşeli bir tarzda konuşan Hindu rahip, vaaz kısmından sonra bir rockçı gibi omzunda gitarıyla müzik yapmaya başladığında, Asya’nın fakir görünümlü dinine Batı’nın zengin dokunuşu hemen gözünüze rahatsız edici gelmeye başlıyor.



Vaaz, müzik, dans ve tamamen anlamaya Rusçamın yetmediği birkaç hikâyeden sonra, sıra yemek yemeğe geldiğinde hemen salonda yerimi aldım. Her ortamda, hiçbir şart altında "hayır" deme ihtimalim olmayan bol baharatlı hint yemekleri tamda açlık midemi kazımaya başladığı anda hazırdı.


Yemekten bir görüntü.
Şuana kadar düzinelerce ülkede birçok farklı dini inceleme fırsatı bulmuş biri olarak, hepsinin birbirinden güzel mesajlar verdiğini, hiçbirinin en ufak kötü bir öğretiye sahip olmadığını söyleyebilirim fakat her bir dinin izahatı, her zaman bir başka dine mensup olan kişilere saçma geliyor. Yani, insanlara büyürken öğrendikleri her şey, her zaman doğru, onun dışındaki başka her şey yanlışmış gibi geliyor. Belki de, bir farklılığı anlamanın veya onu doğru kabul etmenin birbirinden apayrı şeyler olduğunun idrak edilememesinden kaynaklanıyor. Başka bir din ona mensup olmadan da öğrenilebilir. Tıpkı alışılan yemek lezzetleri gibi, alışılmış olan din ne sorgulanıyor ne de kişiler başka bir dini veya kültürü anlamaya çalışıyor. İlginç olansa başka dinlerden tanıştığım kişilerin beni kendi dinlerine dahil etmeğe çalışırken sadece kendi dinlerine mensup olanların ölümden sonra huzur bulacağına inanmaları. Yani dinler, ben seyahat ettikçe, herkesin "benim inandığım doğru diğer hepsi yanlış" dediği bir karmaşa gibi görünüyor bana.


Efe TANAY

KİM DEDİ SANA PORTEKİZ’DE ARABA KİRALA DİYE?

Seyahat etmek için her bahaneyi kullanan ben, Antalya’dan iki yakın arkadaşım Üniversite değişim programıyla Portekiz’e gidince, kendimi kısa süreliğine yanlarına atıverdim. Hatalar zincirimiz de kaldıkları şehirden başkent Lizbon’a kiraladığımız araba ile gitmeye karar vermemizle başladı. Üçümüzün arasında tek ehliyetli bendim ve ufak bir böbürlenmeyle, trafiğin tersten aktığı Güney Afrika’da bile araba kullandım, düzenli bir Avrupa Ülkesinde araba kullanmakta ne var ki dedim ve kaptık arabayı, çıktık yola.

Ama daha ilk günden dizel arabaya benzin koyunca bir kilometre gidemeden yolda kaldık.

Türkiye’deki gibi benzinliklerde benzin koyan pompacılar çalışmadığı için gece yarısı benzinimizi kendimiz koymak zorunda kaldık. Bizde hangisini koymamız gerektiğini kasiyer adama sorduk. Aracımızın dizel olduğunu biliyorduk ama pompaların üzerinde Portekizce yazıyordu. Yani dikkat etmemize ve bizi yönlendiren çalışana tekrar tekrar sormamıza rağmen, yüzde elli şansı bile tutturamadık. Yaptığımız hatayı da Türkiye’deki ustamı aradığımda fark ettik.

-Alo, Bayram Usta kusura bakma bu saatte rahatsız ettim ama acil bir durum var da. (Türkiye’de gece 4 suları)

-Estağfurullah yeğenim. Ne oldu söyle?

-Daha yeni yakıt almıştık, az ileride araç tekleyerek durdu.

(Gaza bas, debriyaja bas, onu yap bunu yap gibi taktiklerle telefon üzerinden motoru dinledikten sonra Bayram Usta hemen teşhisi koydu. Daha önceden de telefon üzerinden doğru teşhisleri vardı. Çok kez bizim için büyük yardımları da dokunmuştu ama bu kez arıza telefonda yönlendirmeyle düzelecek cinsten değildi. Yani arıza sebebini öğrenmem yetmişti.)

-Yeğenim siz arabaya yanlış yakıt koymuş olmayasınız?

-Bence de koymuş olmayalım. Bir sürü problem çıkar şimdi. Issız, terk edilmiş gibi bir yerdeyiz çünkü.

-Dur ben geleyim.

-Sağ ol Bayram Usta ama çok çok uzaktayım ben.

-Yahu sen söyle gelirim ben. Yolda kalmışsınız o kadar.

-Yok Bayram Ustacım çok sağ ol ama gelebileceğin bir yerde değilim o yüzden diyorum.

-Niye uzattın yeğenim gelirim ben ya. Sen nerede olduğunu söyle.

-Portekiz’deyim.

-Nerede orası?

(Ankara’da çok fazla ülke isimli cadde bulunmaktadır. Filistin Caddesi, Arjantin Caddesi, Tunus Caddesi gibi ve halk arasında da Arjantin’deyim, Tunus’tayım gibi kısaltmalar kullanılır konuşulurken. Haliyle Bayram Usta da, öyle düşünmüştü)

-Avrupa’nın en uzak köşesindeki ülkedeyim.

-…..

-O yüzden dedim.

-…

Birazdan olacaklardan habersiz eğlenirken.
Ali 1km geride kalan benzinliğe koştu şirketi arayıp çekici ve bir taksi çağırdı. Onlar geldi bizi kilometrelerce uzaktaki merkeze götürüp yeni bir araba verdiler. Hem de bir üst kalitede, 0 km bir araba. Gecemiz rezil olmuştu, gündüzü de zaten uyuyarak geçirdik. Daha o olay olalı iki gün geçmemişti ki, yine gece dışarı çıkmaya karar verdik, ne de olsa artık yep yeni bir arabamız vardı ama arabadan yana yüzümüz yine gülmedi.

Barların olduğu bölgede Türk usulü ücretsiz park yapabileceğimiz bir yer bulabilmek için dolandık durduk. Sonunda pes edip paralı parka girmeye karar verdik. Ama işte öğrenciyiz ve Türk’üz ya illa ucuz yoldan halletmemiz lazım işi. Parka paralı yerden girecekken aynı park alanına giren bir başka yol daha gördük. Hatta arabada yaşadığımız şu konuşmayı unutamıyorum.

-Aaaa.. Bak şuradaki köşeden park alanına para vermeden girebiliriz.

-Aaaaa.. harbiden ya.

-Ulan bu Avrupalılar da çok enayi ha. Gidiyorlar oradan para vererek giriyorlar.

Fakat enayi değillermiş!

O gece dışarıda fena yağmur yağıyordu ve aslında ücretsiz giriş yapabileceğimizi sandığımız yerde tekerleklerden daha geniş biçimde üstü açık bir mazgal varmış. Yağmur suları da o boşluğu kapattığı için biz görmeden ön iki tekerimizi çukurun içine löp diye düşürüverdik. Araba takıldı kaldı. Ne ileri gidebiliyoruz ne de geri. Arabanın altını vurduğumuz yetmiyormuş gibi arabayı ittirmeye çalışırken de sırılsıklam olduk. Yağmur da iyice hızlandı, hani şu Avrupa’nın bitmek bilmeyen meşhur yağmurlarından.

Gelen geçene el ediyoruz, izah etmeye çalışıyoruz ama nafile. Derken bir Mercedes cip durdu ve muhtemelen sırılsıklam halimize acıyıp, 4 erkek birden sağanak yağmura aldırmadan gelip arabamızı resmen sırtlayıp çıkardı. Bizde Avrupalıların enayi değil de yardımsever olduğunu donumuza kadar ıslanarak öğrenmiş olduk.

Araba kiralamak mı? Aman! Kiralanmışı da, satın alınmışı da hep bir dert.

Merve, Mehmet Ali ve Ben


Efe TANAY

BOB MARLEY (JAMAİKA)




Dünyanın en güzel ritmi onun senin için çarpan kalbidir.  
BOB MARLEY


1960’larda Jamaika’da doğan Reggae Müziğin ve rasta kültürünün en meşhur temsilcisidir Bob Marley.

Başkent Kingston’da şarkılarında bolca bahsettiği Trench Mahallesindeki fakir hayatından çıkarak yıldızlaşan Marley’in hayatının en güzel yıllarını geçirdiği evi şimdilerde müze. Şarkılarındaki eşitlik ve özgürlük mesajları da, adeta Jamaika’nın milli marşı haline gelmiş durumda.

Bob Marley'in evinin bahçesine yapılan heykeli.

Hıristiyan İngiliz - Suriye Yahudisi melezi beyaz bir baba ve siyah bir Jamaika’lı annenin çocuğu olarak Jamaika’da Dünya’ya gelen Bob Marley, bu karışık melez kimliğini birçok şarkısında sorgulamış. Bu konudaki bir konuşmasında; “Babam beyaz, Annem zenci, bana melez diyorlar. Ben kimsenin tarafında değilim. Ne zencilerin tarafında, ne de beyazların tarafındayım. Ben, beni zenci ve beyaz yaratan Tanrı’nın tarafındayım” demiştir. Ayrıca adaletsiz sistemleri, yalancı politikacıları eleştiren ve ezilen Afrikalıların haklarını savunan eşsiz şarkı sözleri bütün Dünya’nın ilgisini bu ufak adaya toplamış ve kısa sürede Dünya’da en çok dinlenilen şarkıcılardan biri olmuştur.

Bir ülkeyi en güzel anlatan müziğidir. Jamaika’nın da her an dans etmeye hazır insanlarında Bob Marley’in ritminin yansımasını görebilirsiniz.

Jamaika’da başlayan bir dini akım olan Rastafari dinine inanan Marley, bir röportajında Tanrının beyaz değil zenci olduğunu söylemiştir.  Bob Marley, efsaneleşen bir müzik kariyeri yaşamış ve ilk albümünü çıkardıktan 19 yıl sonra, 1981’de hasta yatağında gözlerini Dünya’ya kapamadan önce oğlu Ziggy’e, o unutulmaz son sözünü söylemiştir, “PARA HAYAT SATIN ALAMAZ”.

Efe TANAY


TEHLİKELİ YERLERDE TEHLİKELİ HEVESLER (Küba’da Horoz Dövüşü)

Mükemmel bir doğası, kültür dolu toplumu ve yasaklarıyla meşhur Küba’ya gittiğimde 19 yaşındaydım ve her zaman ki gibi tek başıma gitmiştim. Havana’da kaldığım otelde çalışan bir kız bana Pinar Del Rio şehrindeki ailesinin yanına gitmem için yer ayarladı. Aile ile yaşamak, kültürlerini daha iyi anlamam için mükemmel bir tecrübeydi, hem bu sayede aile de biraz gelir elde etmiş olduyordu. Paramı harcarken aldığım en doğru karardı aile yanında kalmak. Eski arabalarla, güzel yemeklerle, bozulmamış yapılarla ve güler yüzlü insanlarla dolu bu küçük şehirde başka turistlerle tanışmam da uzun sürmedi.

Yeni tanıştığım iki Fransız, önceki gün sokakta konuştukları bir adamın onları atla dağların arasında uzak bir yerde gizlice yapılan horoz dövüşüne götürmek istediğinden, bahsetti. Kararsızlardı ve kararsız olmakta da haklı gibiydiler. Tanımadıkları bir adam, bilmedikleri bir ülkede, yasa dışı bir şeyi izletmek için onları ıssız bir yere götürmeyi teklif etmişti. Olaya bu şekilde bakınca böyle bir teklifi kabul etmek akıl işi değil gibi görünse de, hayatın paranoyakça yaşanmasına hep karşıyımdır. Ben heyecanla adamın kaç para istediğini sordum ve hemen ardından ben de gelmek isterim diye ekledim. Kararsızlıkları, benim kararlılığımla dağılmıştı.

Adama ulaştık ve ertesi gün için 3 tane at hazır etmesini söyledik.

Horoz dövüşü alanına giderken.
Karayiplerin en meşhur adası Küba’ya geleli bir hafta anca olmuştu, bu Fransızlarla tanışalı ise sadece bir gün, bizi horoz dövüşü izlemeye götürecek adamınsa yüzünü bile görmemiştim ama içimde en ufak bir endişe yoktu.

Atlar hazırlandı, sabah erkenden yola koyulduk. Yol üstündeki köylerde mola verdik, dağların arasındaki ufak patikalardan ilerledik. Tam 4 saat sonra kuytuda bir yerde, ulaşımı zor bir arazide kaçak yapılan horoz dövüşünü izleyeceğimiz yere vardık.

En çok heyecanlananlar her zaman en çok para yatıranlar.
Bahisler havada uçuşuyor arada bir de kavga çıkıyordu. Bir hayvan sever olarak dövüşler için bahis oynamamak gördüklerimin yarattığı rahatsızlığı hafifletmedi aslında ama olay sadece horoz dövüşünden öteydi, insanlar da onlar kadar dövüşüyordu.

Dövüş için tüyleri yolunup ayaklarına fazladan tırnak bantlanmış horoz.

Mola verdiğimiz yerlerde adını bile bilmediğim meyvelerden tadını asla unutamadığım meyve suyu karışımları içtim. Bunların hepsi bir gün için çok fazla yenilik gibi görünse de, kural tanımazca seyahat edince bir şekilde rutininiz haline geliyor. Saatlerce ata binmenin yürümeye engel bir şey olduğunu da, ertesini günü yatarak geçirmek zorunda kalınca fark ettim.

Dönüşte ayrıca yerel bir puro tarlasına uğradık. Puro kültürünün anavatanında eski usullerle üretilen sade bir çiftlikti.

Puro tarlası.
Fakir bir ülkede, yasaklarla sıkışıp kalmış insanların bile neler yapabildiği oldukça şaşkınlık vericiydi. Her ne kadar yıldan yıla yavaş yavaş özgürleşse de, Küba 2000’lerin ortasında, tam bir kurallar ülkesiydi. Ama ben bu kurallar ülkesinde bile yapacak bir çılgınlık bulmuştum.

Efe TANAY


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...